Zehirli Pozitiflik: Her Şey Yolundaymış Gibi Davranmanın Bedeli


Günümüzde bireyin psikolojik dayanıklılığı neredeyse sürekli pozitif kalabilmesiyle ölçülüyor. Sosyal medyada ilham verici sözler, kurumsal dünyada “olumlu bakış açısı” eğitimleri, ilişkilerde “boşver, geçer” tavsiyeleri giderek artarken; insanların gerçek duygularıyla temas kurması daha da zorlaşıyor. İçsel karmaşa, hayal kırıklığı, öfke ya da üzüntü gibi tamamen insani duygulara yaşanma hakkı tanınmıyor. Bu kültürel atmosfer, son yıllarda psikoloji literatüründe sıkça yer bulan bir kavram olan “zehirli pozitiflik”in yükselişini hızlandırıyor.
Zehirli pozitiflik, bireyin içinde bulunduğu olumsuz duyguları bastırması ya da reddetmesi yönünde toplumsal ya da kişisel bir baskı hissetmesiyle ortaya çıkan ruhsal bir yüklenmeyi ifade ediyor. Bu baskı yalnızca dışardan gelen bir beklentiyle değil, aynı zamanda bireyin kendi iç sesiyle de pekişiyor. Bir mutsuzluk anında hemen “bu duyguda kalmamalıyım”, “daha pozitif düşünmeliyim” gibi telkinlerle duygularını geçersizleştirmeye çalışması, zamanla bu baskının içselleştirilmesine yol açıyor. Susan David’in (2016) de vurguladığı gibi, duygular bastırıldıkça değil, yaşanıp adlandırıldıkça anlam kazanıyor. Ancak bu duygulara izin verilmeden sürdürülen “iyi hissetme zorunluluğu”, bireyin psikolojik esnekliğini zayıflatıyor.
İçinde bulunduğumuz çağda sosyal medya, zehirli pozitifliğin en görünür sahnelerinden biri haline gelmiş durumda. Instagram ve TikTok gibi mecralarda sürekli gülümseyen yüzler, başarı hikâyeleri, “şükretmeyi unutma” başlıklı paylaşımlar, insanların kendi duygusal deneyimlerini sorgulamasına neden oluyor. Hayatın yalnızca olumlu yanlarını gösteren bu filtrelenmiş gerçeklik, bireyde karşılaştırmaya dayalı bir yetersizlik hissi doğurabiliyor. Chou ve Edge (2012) tarafından yürütülen bir araştırma, sosyal medya kullanıcılarının başkalarının hayatlarını kendi yaşamlarından daha mutlu ve doyurucu algılama eğiliminde olduğunu ortaya koyuyor. Bu durum, kişiyi yalnızca kıyas yapmaya değil, aynı zamanda kendi üzüntüsünden utanmaya sürüklüyor.
Bu kültürel yapı yalnızca bireysel alanlarda değil, iş yaşamında da kendini gösteriyor. Kurumsal dünyada pozitiflik çoğu zaman üretkenlik, motivasyon ve takım ruhu ile özdeşleştiriliyor. Bu bağlamda çalışanlar, yaşadıkları sorunları dile getirdiklerinde “negatiflik yaymakla” suçlanabiliyor. İş yerlerinde sıkça karşılaşılan “enerjini yüksek tut”, “olumlu düşünceyle çözüm bul” gibi söylemler, bazı durumlarda gerçek sorunların üzerini örtme işlevi görüyor. Bu, çalışanların yaşadıkları tükenmişlik, baskı ya da adaletsizlik gibi duygulara yer bulamamasına yol açabiliyor. Duygusal emeğin sömürüldüğü bu yapı, uzun vadede aidiyet kaybına, içsel yabancılaşmaya ve işten soğumaya neden olabiliyor. Gross ve Levenson’un (1997) çalışmaları, duyguların bastırılmasının yalnızca psikolojik değil fizyolojik olarak da birey üzerinde stres yarattığını gösteriyor. Duygular bastırıldığında beden bu yükü taşımaya başlıyor; kalp ritmi yükseliyor, bağışıklık sistemi zayıflıyor ve stres hormonları artıyor.
İş yaşamının dışındaki ilişkilerde de zehirli pozitiflik, empatiyi gölgeliyor. Bir yakını üzüldüğünde, ona “her şey bir gün geçer” demek, ilk bakışta destek gibi görünse de o anki duygunun tanınmasına alan tanımıyor. Duygular yaşanmadığında bastırılıyor; bastırıldığında ise yok olmuyor, derinleşiyor. Bastian ve arkadaşlarının (2012) yaptığı çalışmada, sosyal çevresi tarafından “ağlamaması”, “güçlü kalması” yönünde baskı gören bireylerin, yaşadıkları acıyı daha yoğun ve yalnız hissettikleri belirtiliyor. Kısacası, iyi hissetmek istemek bir ihtiyaç; ancak iyi hissetmek zorunda hissetmek bir yüke dönüşüyor.
Zehirli pozitiflik yalnızca dış baskı sonucu oluşmuyor. Birey, zamanla kendisinden de sürekli pozitif olması yönünde beklenti içine giriyor. Bu, daha çok kişisel gelişim literatüründe ve popüler psikolojide yer alan mesajlarla iç içe geçiyor. "Kendine inan", "gülümse, hayat sana güler", "düşünce gücüyle gerçekliğini yarat" gibi sloganlar; kişiyi kendi olumsuz duygularına alan tanımamaya teşvik ediyor. Oysa duygular tek yönlü değil; insan yalnızca neşesiyle değil, kırgınlığıyla da bütündür.
Bu noktada pozitifliğin tümüyle zararlı olduğunu söylemek mümkün değil. Gerçekçi iyimserlik, yani bireyin yaşadığı zorluğun farkında olarak bu zorluğu aşabileceğine dair inanç geliştirmesi, ruh sağlığını destekleyen bir süreç. Ancak burada gerçeklikten uzaklaşmak ve “her şey yolundaymış” gibi davranmak psikolojik dayanıklılığı değil, kırılganlığı artırıyor. David (2016), bu ayrımı net biçimde ortaya koyar: Duygusal çeviklik, kişinin duygularına yön vermesiyle değil, onları tanıması ve içsel yolculuğunda rehber olarak kullanmasıyla gelişir.
Kültürel normlar, aile yapısı ve toplumsal roller de bu yapıyı destekleyici biçimde şekillenebiliyor. Özellikle bazı kültürlerde üzüntü, öfke ya da hayal kırıklığı dile getirmek; zayıflık, nankörlük ya da pes etmişlik olarak algılanabiliyor. Bu tür toplumsal yargılar, kişinin iç dünyasında kendi duygusunu yargılamasına, hatta suçlu hissetmesine neden olabiliyor. Halbuki duygular yargılanmadan kabul edildiğinde şifalanmaya başlıyor. Çünkü insanın en temel ihtiyacı, olduğu haliyle görülmek ve anlaşılmak.
Zehirli pozitiflikten çıkış yolu, duygulara alan tanımaktan geçiyor. Üzüntü, öfke, hayal kırıklığı, kaygı gibi hisler, bastırıldıklarında değil, kabul edildiklerinde anlam kazanıyor. Bu duygularla sağlıklı biçimde yüzleşmek, bireyin kendi iç dünyasına karşı dürüstlük geliştirmesini sağlıyor. “İyi hissetmiyorum ve bu da yaşamın bir parçası” diyebilmek, kişinin kendine açtığı en büyük alanlardan biri haline geliyor. Psikolojik dayanıklılık, duygularını bastırarak değil; onlara rağmen ilerleyebilme becerisiyle inşa ediliyor.
İlişkilerde empatik dinleme, kurumsal hayatta duygusal farkındalık, sosyal medya kullanımında filtrelenmiş mutluluklara karşı gerçeklik duygusu; bu yapının yavaş yavaş çözülmesini sağlayabilir. Çünkü psikolojik sağlamlık, kırılganlığı reddetmek değil, onu taşıyabilecek esnekliğe sahip olmaktır. Gerçek iyileşme, “iyi hissediyorum” cümlesinden çok, “ne hissediyorum ve neden?” sorusunu sorabildiğimizde başlıyor.
Kaynakça
Bastian, B., Jetten, J., Chen, H., & Radke, H. R. (2012). Pain as social glue: Shared pain increases cooperation. Psychological Science, 23(3), 267–273. https://doi.org/10.1177/0956797611424141
Chou, H. T. G., & Edge, N. (2012). “They are happier and having better lives than I am”: The impact of using Facebook on perceptions of others’ lives. Cyberpsychology, Behavior, and Social Networking, 15(2), 117–121. https://doi.org/10.1089/cyber.2011.0324
David, S. (2016). Emotional agility: Get unstuck, embrace change, and thrive in work and life. Avery.
Gross, J. J., & Levenson, R. W. (1997). Hiding feelings: The acute effects of inhibiting negative and positive emotion. Journal of Abnormal Psychology, 106(1), 95–103. https://doi.org/10.1037/0021-843X.106.1.95