Hepimiz hayatımızda berbat duygular tatmışızdır. Bu yazıyı yazmam için izin veren danışanımın tattığı en berbat duygu, ilginç bir şekilde, annelik suçluluğuydu. Kendisine hata yapma izni vermeyişi, çocuğuna olan müthiş hayranlığı, sevgisi, aşkı; onun kılına dokunmaklığa olan dayanamazlığı, onu üzdüğünde yahut ihmal ettiğinde yaşadığı dayanılmaz acı, babasında yaşadığı olumsuz duyguları ona karşı hissettiği anlarda yaşadığı öfke, annesi gibi hissettiği anlardaki ruhsal debelenmeler ve daha pek çok içsel girdap onda anneliğin hazzını ızdıraba çevirmişti. Zaman zaman bu duygudan sıyrılıp çocuğunu sevmeye enerjisini yöneltebilse de, pek çok zaman bu kıvranıştan kendisini kurtaramıyordu. Diğer yandan ‘’ Annem umarım bu sözlerimi duymaz diye içimde ufak bir kıvranış bile başladı.’’ diyordu. Çünkü annesinin, tıpkı şimdi kendisinin olduğu gibi, elinden gelen anneliğinin en iyisi
buydu. ‘’Onun için anneliği zor kılan bir şey vardı yalnız.’’ diyordu. ‘’Annem içinde eşinin destekleyici varlığını, bir babanın çocuğuna verdiği bakım desteğinin getirdiği konforu yaşayamayan bir kadındı. Yarım anne yarım babalık yaparken bana yeterince iyi bir anneymiş gibi hissettiremedi. Belki de öyleydi. Belki de yeterince iyiydi. Bilinçaltında bilincime çıkmaktan aciz, bakıcılarımın yaptığı, söylediği şeyler belki bende farklı algılar yaratmıştı.
Bilemiyorum. Tek bildiğim, baba desteğinden mahrumken bir annenin çocuğunu tatmin etmesinin inanılmaz zorluğu ve gerçekten uzaklığıydı.’’ Tüm bu bilişsel farkında oluş, değil annesiyle ilgili yoğun duygusal girdapları çözmesini sağlamak, neredeyse yardım dahi edemiyordu. Bu ruhsal girdapları başka insanlarda da gözlemledim. Anladım ki, ‘’yeterince iyi’’ bir annesi olduğunu düşünmeyen birinin anne olarak ‘’yeterince iyi bir anne gibi hissetmesi’’
mümkün değil.
Pek çok insan, çocukluğu süresince anne babasını suçlar. Sonrasında ebeveyn olduğunda ise birdenbire, kaçınılmaz bir şekilde anne babası hâline gelir. Bu tekrar eden döngüde, yeni aktörleri eski aktörlerin olduğu yere oturtur. Kendisini anne ve babasının kendisi karşısındaki rolünde konumlandırırken, çocuğu da kendisi olur. Burada yaşadığı pek çok duygusal çıkmaz, anne babalığı bir ızdırap hâline çevirir. Burada aslında bilinçaltı, taşları aynı yere koyarak senaryoyu değiştirmek, ya da en azından çocuk hâliyle o yaşadığı olumsuz duygulardan kurtulmak istiyordur. Ama yöntem, son derece hastalandırıcı ve yardımsızdır…
Öncelikle, kişinin kendi anne babasıyla yaşadığı içsel hesaplaşma başa çıkılmaz bir hâl alır. Anne babasına ‘’Neden beni böyle yetiştirdiniz? Neden böyle anne babalar oldunuz?’’ hesabını mütemadiyen soran bilinçaltı yeni bir hesap ekler bu sorgulamaya: ‘’Sizin yüzünüzden şimdi ben de sizin gibi bir anne baba oldum.’’ Bu öyle kıvranışlı bir sorudur ki… Çünkü sorunun muhatabıyla yüzleşmek çok zordur ve üstelik, bunca zaman geçmiş ve yapılanlar yapılmışken onlarla yüzleşmek ve konuşmak dahi mevcut soruna herhangi bir cihetten -belki dozu düşük bir katarsis (duygusal boşalım) haricinde- bir çözüm getirmez. İkincisi çocuğa karşı hissedilen derin suçluluk hissidir ki bu suçlulukta insan yalnızca kendi çocuğuna değil, kendi çocuğunun rolünü giymiş olduğu çocukluğuna karşı da suçlu hisseder. Ne hakla, kendisi gibi bir canlıyı kendinin yaşadığı mahrumiyetlere gark etmiş, kendi yaşadığında çok zorlandığı duyguları ona yaşatmıştır? Çocuğuna ve kendi çocukluğuna hem acıyıp hem de yardım edememe duygusu ağır ve içinden çıkılmaz başka bir duygusal boyuttur.
Üçüncüsü, bu duygusal çıkmazın içinden çıkmaya çalışma çabasıdır ki, bu çaba anne babalığın suçluluğun ötesinde çaresizlik boyutunu oluşturur. Kimi insanlar çocukken ana babalarının kendilerine davrandığı gibi davranmamak için öyle fazla bir psişik enerji harcarlar ki, bu enerji tüketiminin sonucunda neredeyse fark edilemez bir fark yarattıklarını gördüklerinde korkunç bir ümitsizlik ve çaresizlik duygusuyla baş başa kalabilirler.
Baş başa kaldıkları kişiler ise, kendi içlerindeki ana babalarıdır. Peki insanların tüm bu bilinçli çırpınışlarına rağmen, kendi çocukluklarında içtikleri ‘’Ben
onların bana yaptıklarını kendi çocuğuma yapmayacağım. Ben onlar gibi anne baba olmayacağım.’’ antlarına rağmen nihayetinde ana babalıklarında onların bir kopyası olmaktan kurtaramayan psikolojik mekanizma nedir? Burada, yine sivrisinek olmadığımız için doya doya eseflenebileceğimiz öğrenme süreçleri karşımıza çıkar. Bu süreçler insanlarda gerçekleşen temel öğrenme süreçlerinden olup, isimleri modelleme veya gözlem yoluyla öğrenmedir. Modelleme bazen bilinçli bazen bilinçaltı bir kavram olarak kullanılmakla beraber, pek çok zaman, insanların modelleyerek öğrenmeleri bu iki sürecin ikisini de içeren karmaşık bir süreçtir. Ancak, ana babanın erken dönemde hissettirdiği duygular, çocuğuna yönelik davranışları çocuğun ‘’doğru-yanlış’’ gibi filtrelemelerden geçirmekten aciz olduğu bir dönemde öğrenilir. Bu öğrenme, yazı yazmayı, bisiklet sürmeyi öğrenme gibi bilinçli bir çabaya asla ihtiyaç gerektirmez. Çocuk, kendiliğinden ana babasının hissettirdiği gibi hissettirmeyi beyindeki milyonlarca nöronun kimyasal iletişimiyle birlikte, zamanı geldiğinde kullanmak üzere, son derece titiz bir dosyalama yöntemiyle kaydeder. Bu dosyalama, çocuk ana baba olduğu zaman yazılıp
dökülecektir. Bu sürece kimlik gelişimi merceğinden de bakabiliriz. ‘’Ben annemim. Ben babamım.’’şeklindeki özdeşimsel öğrenme son derece bilinçaltı temelli bir süreçtir. Buna karşın bilinç düzeyindeki ‘’Onlar gibi olmayacağım’’ türünden karşıt özdeşimsel öğrenme görece zayıf güçtedir. Çocuğuna karşı anne babası olmamaya çalıştığı hâlde bilinçaltının hükmedişi nedeniyle başa çıkamaz. Bu sürece kimlik gelişimi merceğinden de bakabiliriz. ‘’Ben annemim. Ben babamım.’’ şeklindeki özdeşimsel öğrenme son derece bilinçaltı temelli bir süreçtir. Buna karşın bilinç düzeyindeki ‘’Onlar gibi olmayacağım’’ türünden karşıt özdeşimsel öğrenme görece zayıf güçtedir. Çocuğuna karşı anne babası olmamaya çalıştığı hâlde bilinçaltının hükmedişi nedeniyle başa çıkamaz.Öğrenme yer çekimi yasası gibidir. Kaçınılmazdır. Ana baba (gibi) olmayı öğrenmek de bu kaçınılmaz yasanın tezahür ettiği en temel psikolojik yapılanma süreçlerinden birisi olup, insanların ne yazık ki kaderini belirleyebilir. Bu türden nesiller arasında sürüp giden travmayı kırmak için psikoterapide anne babayla özdeşimsel sürecin en derinlerden fark edilerek tersine çevrilmesi gerekir. Ana babayla ayrışma yaşanır ve ''dedenin yediği erikten torunun dişi kamaşması'' nevinden nesiller arası aktarılan ana babalık hataları durdurulabilir. Burada ihtiyaç duyulan şey, bilişsel farkındalıktan duygusal farkındalığa iniştir. ‘’Şu anda çocuğuma böyle davranırken kendim değil, annem (veya babam) oluyorum. Onun gibi davranmaya çalışıyorum.’’ farkındalığını yaşayan kişi, terapide zamanla anne-babasından ayrışır ve kendisi olmayı, özüne dönmeyi yeniden öğrenir. Bu durum kişinin hayattan aldığı doyumu kat kat artırır ve yaşamı onun için çok daha kolay ve doğal bir seyirde ilerleyen bir sürece dönüştürür.
Aile travmaları sonraki neslin kaderi midir? (danışan vaka örneğiyle)
Hepimiz hayatımızda berbat duygular tatmışızdır. Bu yazıyı yazmam için izin veren danışanımın tattığı en berbat duygu, ilginç bir şekilde, annelik suçluluğuydu. Kendisine hata yapma izni vermeyişi, çocuğuna olan müthiş hayranlığı, sevgisi, aşkı; onun kılına dokunmaklığa olan dayanamazlığı, onu üzdüğünde yahut ihmal ettiğinde yaşadığı dayanılmaz acı, babasında yaşadığı olumsuz duyguları ona karşı hissettiği anlarda yaşadığı öfke, annesi gibi hissettiği anlardaki ruhsal debelenmeler ve daha pek çok içsel girdap onda anneliğin hazzını ızdıraba çevirmişti.
