Bir karara varırken, aslında bir cevaba değil; yüzlerce cevaptan örülmüş bir dokumaya varırız. Bu dokuma; düşünceyle, sezgiyle, duyguyla ve duyumsamayla ilmek ilmek işlenir.
Ve bazen… Aldığımız kararın “asıl doğru”yu teğet geçtiğini hissederiz. İçimizde ince bir sızı gibi kalan bu his, çoğu zaman kader kavrayışımızdaki eksikliklerden doğar.
Tasavvuf düşüncesi, kader ve kazayı birbirinden ayırır.
Kaza, ezelde kararlaştırılmış olandır. Henüz dünyaya gelmeden önce, hangi hayatı yaşayacağımız, hangi dönemeçlerden geçeceğimiz, hangi şehre taşınacağımız çoktan yazılmıştır.
Kader ise; o yazgıyı nasıl yaşayacağımız, o dönemeçlerde nasıl yürüyüp ne hissedeceğimizdir.
Yani kaza mukadderdir; kader ise muallaktır.
Kader, insanın cüz'i iradesiyle şekillenir.
Bir kararı ele alalım: İş değişikliği ya da şehir değişimi. Gideceğiniz yer, kaza gereği çoktan belirlenmiştir. Ancak o şehirde neye üzülüp neye sevineceğiniz, kimlerle karşılaşıp nasıl büyüyeceğiniz sizin kaderinizdir.
Ve kaderiniz, ruhsal dayanıklılığınızla, içsel derinliğinizle, anlamı çağırma biçiminizle şekillenecektir.
Son zamanlarda sıkça duyduğumuz şu tür söylemler:
"Evrende sonsuz olasılık var, sen hangisini çağırırsan onu yaşarsın"
Bizi çoğu zaman içten içe tüketen iki tuzağa sürükler:
Ya “keşke”lerle örülü bir pişmanlık…
Ya da “her şeyi kontrol edebilirim” yanılgısı.
Oysa, hakikat daha sade ve daha derindir:
Hayatınızda bir karar vermeniz gerekiyorsa, bilin ki o karar çoktan alınmıştır.
Şimdi yapmanız gereken şey; tevekkülle ve bilinçle o kararı yaşamak.
Arkanıza yaslanın, derin bir nefes alın.
Yaşadığınız ve yaşayacağınız her şeyin, size özel yazılmış bir öğreti olduğuna inanın.