Kaygı bozukluğu

Kaygı, kişileri bir tehdit karşısında fiziksel ve psikolojik olarak hazırlayan önemli bir uyarıcı olduğu kadar, aynı zamanda kişinin hayatını tehlikeye sokan bir durum karşısında savunmasız kalmasına ve tehlikeyle mücadele edememesine sebep olabilecek bir uyarıcı olarak tanımlanmaktadır. Kaygı bozukluklarının bilişsel davranışçı terapi ile tedavisinin etkili olduğuna dair birçok çalışma mevcuttur. Uzun dönem izleme çalışmaları da göstermektedir ki kaygı bozukluğunun bilişsel davranışı terapi ile tedavisi, diğer psikoterapi yaklaşımlarına kıyasla, daha uzun süreli değişim ve daha az nüksetme oranı sağladığı belirtilmektedir. Bu bağlamdan yola çıkılarak araştırmanın amacı, kaygı bozukluğu tedavisinde yaklaşımları ilgili literatür kapsamında ele alınması ve kaygı bozukluğu tedavisinde BDT’nin öneminin vurgulanmasıdır.

Kaygı bozukluğu

1.1. Kaygı Bozukluğu Tanımı

Kaygı, insanların karşılarına çıkabilecek tehlikelere karşı hazırlıklı olmalarını kolaylaştıran işlevsel bir duygu olmasına rağmen bazı insanlar kaygı ve endişeyi karşılaştıkları en küçük olayda bile mantıksız denebilecek derecede yoğun ve kronik bir halde uzunca süre yaşamaktadırlar (Hooley, Butcher, Nock ve Mineka, 2017).

Kişilerin günlük varlığına işlemiş hale gelen kaygı ve endişe hali belirli bir obje, durum ya da olayla ilişkili olma özelliği göstermemektedir (Whitbourne, 2017). Dolayısıyla, kişilerin ortaya çıkan hissin nedenini dahi anlamlandıramadığı bu kaygıyı kontrol etmek ve geçiştirerek zihinden uzaklaştırmaya çalışmak kolay olmamaktadır. Belirli bir odak noktası olmayan endişe, farklı konularda ve alanlarda git gel yaparak bireylerin olağan işleyişlerine zarar vermektedir (Barlow ve Durand, 2015). Bu durumun sonucunda dikkati bir yere odaklayabilmenin ve yaşanılan anda kalmanın bireyler için zor hale gelebileceği yorumunu yapılabilmektedir.

1.2. Kaygı Bozukluğunun Belirtileri

Yapılan çalışmalar sonucunda kaygı bozukluğuna sahip bireylerin oranının %10 olarak tahmin edildiği söylense de sonuçların beklenenin altında olduğu vurgulanmaktadır. Araştırmacılar, hastaların tanı konulmadan seneler öncesinde dahi YKB’ye sahip olabildiği ifade edilirken belirtilerin kademeli ve istikrarlı bir biçimde arttığını görülmektedir. 12 aylık yaygınlık oranı erkeklerde %2, kadınlarda %4.3 ve totalde %3.1; yaşam boyu yaygınlık oranı erkeklerde %3.6, kadınlarda %6.6 ve totalde %5.1; 30 günlük yaygınlık oranı ise %0.8 olarak bulunmuştur. Ayrıca, vakaların %25’i 25 yılda, %50’si 39 yılda ve %75’i 53 yılda ortaya çıkmaktadır. (Wittchen, 2002; Ruscio ve ark., 2017; Kessler, Chiu, Demler, ve Walters 2005).

Birçok hasta yaşadıkları kaygı belirtilerinin uzun yıllardır kendilerinde varolduğunu ya da ergenlikten yetişkinliğe geçiş sürecinde şiddetinin arttığını bildirmişlerdir (Hazlett-Stevens, 2008). Paralel olarak yaş aralıklarını belirlemeye yönelik yapılan araştırmalara bakıldığında ise oranlar; 18-29 yaş arası %4.1, 30-44 yaş arası %6.8, 45-59 yaş arası %7.7 ve 60 yaş ve üzeri %3.6 olarak ifade edilmektedir (Kessler, Berglund, Demler, Jin, Merikangas ve ark., 2005).

Çocuk ve ergenlerde de rastlanan kaygı bozukluğu belirtilerine erken yaşlarda tanı koymak güç olabilmektedir. Ruscio ve arkadaşlarının (2017) 26 farklı ülkede yaptığı kesitsel karşılaştırma çalışmasında, YKB başlangıcının katılımcıların %5’inde 13 yaş civarında olduğu görülmektedir. Ek olarak; 13-17 yaş arası ergenlerle yapılan diğer bir araştırma bir yıllık YKB yaygınlık oranı %1.1 olarak belirtmektedir (Kessler, Avenevoli, Costello, Georgiades, Green ve ark., 2012).

İleriki yaşlara bakıldığında Bayers, Yaffe, Covinsky, Friedman ve Bruce (2010) tarafından yapılan 55 yaş ve üzeri bireylerin oluşturduğu yüksek katılımcı sayısına sahip bir araştırmada; kaygı bozukluğunun en fazla genç-yaşlı şeklinde isimlendirdikleri 55-64 yaş arasındaki yetişkinlerde görüldüğü açıklanmaktadır. Rubio ve Lopez-Ibor’un kaygı bozukluğuyla alakalı kırk yıl takibi süren araştırmasına göre; 50 yaşındaki bireylerin %38’i, 60 yaşındaki bireylerin %88’i iyileşme göstermiştir. Ayrıca, veriler, kaygı bozukluğunun 50 yaşından sonra azalarak yerini bedensel belirti bozukluklarına bıraktığını ifade etmektedir (2007). Tüm bu veriler bize yaş ilerledikçe kaygı bozukluğunun semptomlarının azaldığı yönündeki görüşlerin desteklendiğini göstermektedir.

Aşağıda kaygı bozukluğuna eşlik eden ruhsal ve fiziksel hastalıklara yer verilmiştir.

1.2.1. Komorbid Bozukluklar

Kaygı bozukluğu kendisine eşlik eden diğer hastalıklarla birleşince farkına varılmasının ve teşhis edilmesinın daha da zorlaştırıcı olduğu bilinmektedir. Ayrıca, araştırmalar kaygı bozukluğuna sahip birçok insanın ancak başka bir hastalık geliştirdikleri zaman daha fazla tedavi arayışına girmiş olduklarını işaret etmektedir (van der Heiden ve ark., 2011).

Kaygı bozukluğuna eşlik eden ruhsal hastalıkların yanı sıra kişilerde uykusuzluk; yorgunluk; baş, sırt ve boyun ağrısı gibi fiziksel ağrılar da sıkça görülebilmektedir. Ülser ve diğer mide sorunları; fıtık; karaciğer, böbrek problemleri ve kardiyovasküler hastalıklar yaygın kaygı bozukluğuna eşlik ettiği bilinen diğer rahatsızlıklardır. Ayrıca araştırmalar huzursuz bağırsak sendromuna sahip olan bireylerde yaygın kaygı bozukluğu komorbitesi görüldüğünü ifade etmektedir (Klingler, 2014).

1.2.2. Etiyolojik Faktörler

Kaygı bozukluğunun etiyolojisine ilişkin yapılan araştırmalarda genetik, biyolojik, psikoanalitik, bilişsel ve psikososyal faktörler karşımıza çıkmaktadır (Nevid ve ark., 2018). Ek olarak; Endişe Kaçınma Teorisi (Borkovec, Alcaine ve Behar, 2004), Belirsizliğe Karşı Tahammülsüzlük Teorisi (Dugas, Buhr ve Ladouceur, 2004), Metabilişsel Yaklaşım (Wells, 2004), Bilgi-İşlem Yaklaşımı (MacLeod ve Rutherford 2004), Duygu Düzenleme Güçlüğü Teorisi (Mennin, Heimberg, Turk ve Fresco, 2002; Decker, Turk, Hess ve Murray, 2008), Humanistik Yaklaşım (Rogers, 1954), Varoluşçu Görüş (May, 1958) ve Bağlanma Kuramı (Bowlby, 1983; Ainsworth, 1979) YKB’nin etiyolojisini anlamaya ışık tutan önemli araştırmalardandır. 

1.2.3 .Genetik Faktörler

Ailede yer alan psikopatolojinin aile üyeleri açısından bir risk oluşturduğu araştırmalarca ifade edilen bir gerçektir. Kaygı bozukluğuna sahip olan çocuklarla yapılan çalışmalar bu çocukların aile bireylerinin %77.5’inde en az bir psikolojik probleme -özellikle de kaygı bozukluklarının izine- rastlandığının altını çizmektedir (Barlow ve Durand, 2015).  Öte yandan, her ne kadar bireyin genetiğinde bu hastalığın olması risk faktörü olarak sayılsa da araştırmacılar genetiğin etkisinin bireylerde %30-%40 arasında etki göstereceğini ifade etmişlerdir. Bu genetik aktarımın kadın ve erkekler için etki oranının eşit olduğu diğer bilinen veriler arasındadır. Varyansın bu derece düşük olması aslında çevresel etkinin öneminin ne kadar büyük olduğunu bize gösterir niteliktedir (Fisher, 2007; Hudson ve Rapee, 2004).

1.2.4. Psikolojik ve Sosyal Faktörler

1.2.4.1. Öğrenme Yaklaşımı

Bandura’nın çalışmaları çocukların başkalarının davranışlarını gözlemleme ya da modelleme yoluyla onlardan bir şey öğrenebileceğini açıklayan araştırmaları kapsamaktadır (Bandura, Ross ve Ross, 1961). Modelleme davranışları üzerine yapılan diğer araştırmalar, çocukların ebeveynlerinden ya da yakınlarından kaygı ve endişeyle alakalı davranışlara şahit olarak endişeyi öğrenebileceklerini göstermiştir. Bu nedenle, bir ebeveyn ya da çocuk için çevresindeki önemli bir bireyin endişeyle alakalı herhangi bir davranışı, bu durumun ya da duygulanım halinin modellenmesine dolayısıyla da kaygı bozukluğu gelişimine katkıda bulunabileceği ifade edilmektedir (Oltmanns ve Emery, 2012).

1.2.4.2. Bağlanma Kuramı

Birçok ruh sağlığı bozukluğunun etiyolojisini anlamamıza yardımcı olan bağlanma kuramı, yaygın kaygı bozukluğu içinde de önemli kuramsal bir arka plan yaratmaktadır. Bowlby’nin (1983) başka bir bireye karşı duyulan yakınlık arayışı ve bu yakınlığın sürdürülmesi hali olarak tanımladığı bağlanma davranışı, çocuğun kendinin güvende ve korunaklı olduğunu hissetmesi için çok elzemdir. Yine benzer şekilde, Ainsworth de özellikle bebeklik döneminde bağlanmanın koruyucu ve güvenli bir bölge görevi gördüğünü çalışmalarında sıkça dile getirmektedir. Bebeğin erken dönemde bakım verenlerinden gelen davranışları anlamlandırması ve kendinigelen uyaranlara göre düzenlemesi ileride hem canlı hem de cansız çevreyle olan davranışları etkileyerek kaygı bozukluğu geliştirme riskini barındırdığı ifade etmektedir (Ainsworth, 1979).

1.2.4.3. Psikososyal Faktörler

Ebeveyn Tutumları: Ebeveyn tutum ve davranışlarının kaygı bozukluğu gelişimini etkilediğini ifade eden birçok çalışma yapılmıştır. Yapılan gözlemler sonucunda, zor ve stresli durumun varlığında endişeli çocukların anneleri çocuklarını serbest bırakarak onların bu durumun üstesinden gelmelerine imkan tanımadığı anlaşılmaktadır. Kontrol grubunda yer alan annelere göre daha fazla olumsuz duygulara sahip olan anneler, endişe yaratabilecek durumlarda çocuklarının mücadelesine izin vermeyip aşırı müdahaleci davranarak kaygı oluşumuna katkı sağlayabilmektedirler (Hudson ve Rapee, 2001).

Diğer Çevresel Faktörler: Araştırmalar, kaygı bozukluğuna sahip olan bireylerin yaşamlarında daha fazla tahmin ya da kontrol edilemeyen olaylar yaşamış olduklarını belirtmektedir. Çevresel etmenlere bakıldığında ilk olarak ergenlerle yapılan araştırmada, mahallelerindeki şiddetin, travmatik haberlere maruz kalmanın ve okulda yaşanan baskının kaygıya olan duyarlılığı artırarak kaygı bozukluğu geliştirme riskini önemli ölçüde arttırabileceğine ulaşılmaktadır (Slopen,  Fitzmaurice, Williams ve Gilman, 2012; Barlow ve Durand, 2015).

Bu makale 14 Haziran 2022 tarihinde güncellendi. 0 kez okundu.

Yazar
Uzm. Kl. Psk. Miraç SAĞLAM ÜRKER

Uzm.KI.Psk. Miraç Sağlam, lisans öncesi öğrenimlerinin ardından, Okan Üniversitesi Psikoloji bölümünde başladığı lisans eğitimini başarıyla tamamlayarak Psikolog unvanı almıştır. 

Mesleki çalışmalarına Psiko-Sa Sağlam Psikolojik Danışma ve Test Merkezi'nde devam etmektedir.

Yazarı sosyal medya'da takip edin
Etiketler
Kaygı Bozukluğu
Uzm. Kl. Psk. Miraç SAĞLAM ÜRKER
Uzm. Kl. Psk. Miraç SAĞLAM ÜRKER
Erzurum - Psikoloji
Facebook Twitter Instagram Youtube