Neden insan ihtiyaç duymaktan bu kadar korkar? Susuz kalmadan su pınarını arayabilir miyiz? O anda bize sunulan bir bardak suyla arayış sona erer mi? Pınardan vazgeçip bir bardak suyla yetinmek, aslında ruhumuzun asıl özlem duyduğundan mahrum kalmasına sebep olmaz mı?
Batı psikolojisi, insanın erken dönemde karşılanmayan sevgi, değer ve yeterlilik gibi duygusal ihtiyaçlarının, ilerleyen yaşamında çıkmazlara yol açacağını vurgular. Ancak burada edilgen bir durum söz konusudur: İhtiyaçlarının karşılanmasını bekleyen kişi ve onu karşılayabilecek diğerleri... Bu yüzden, özellikle son yıllarda terapi süreçlerinde sürekli aynı analizlere saplanıp kalıyoruz. Ailede eksik kalan yönlerimizi bugünkü eksikliklerimizin sebebi olarak görüyor ve buradan öteye gidemiyoruz. Eğer suçlularımızı belirlediğimize inanıyorsak, Freud’a teşekkür ederek "takılıp kaldığımız yerden" devam edebiliriz. Çünkü dört teker, insanı sonsuzluğa götürmüyor.
Tasavvuf ilmine göre, ruhlarımız bu dünyaya gelmeden önce ikiliğin olmadığı, sonsuz rahmetle dolu bir âlemde yaratıldı. Orada hiçbir ihtiyaç yoktu; sevgi, merhamet ve şefkat iliklerimize kadar hissediliyordu. Melih Cevdet Anday’ın şiirinde dediği gibi: "Ruh şarabı gördü üzümden önce, tohum bildi herkesten önce ekmeği…" Bedenin ve zihnin kalıpları oluşmadan önce, bir şey aramamıza gerek yoktu. Ancak dünya hayatına adım attığımızda gerçek bir ihtiyaç hâli başladı. Bedensel olarak hayatta kalmak için birilerine muhtaçtık. Ruhsal olarak ise sevgi ve muhabbetle büyümeyen çocukların gelişiminin duraksadığı artık bilinen bir gerçek. Dünyaya gelen bebek, sonsuz sevgiyi en küçük numunesiyle annesinin kucağında deneyimleyerek bir tanıdıklık hissi buldu.
Zamanla insanın zihinsel gelişimi ilerledikçe, bir kimlik algısı oluşmaya başladı. Kim olduğumuz, kimi ve neyi sevdiğimiz, dünyayı nasıl algıladığımız gibi soruların cevaplarını aramaya başladık. Yaşam senaryomuzu şekillendirirken, belki kardeşlerimizden daha içe dönük olduk, belki annemizin ilgisinden mahrum kaldık ya da babamızın takdirini dört gözle bekleyen taraf olduk.
Ancak unutmamak gerekir ki anne ve babamız da kendi ailelerinden getirdikleri kimliklerle bu dünyaya geldiler. Böylece, nesiller boyunca devreden bir arayışın içine düştük. Zihnimizde sayısız analizle çaresizce üzümün peşine düşerken, bir an durup hatırlıyoruz: "Ben şarabı tatmıştım üzümden önce."
İnsan yalnızca haz peşinde koşan bir varlık mıdır? Freud, insanın haz odaklı bir varlık olduğunu, ihtiyaçları karşılanmadığında bu hazzın peşinden koştuğunu söyler. Ancak tasavvufa göre insan, haz aldığında mutmain olan bir varlık değildir. Üstelik sadece iki temel dürtüyle sınırlı da değildir. Allah, "Ben insana kendi ruhumdan üfledim, onu en güzel şekilde yarattım" buyurmaktadır. Bu, şuna benzer: Eğer sevgi dolu bir anneyle büyüdüysen, onun merhametini ve ilgisini tattıysan, sevginin değerini ancak onun zıttını gördüğünde gerçekten anlayabilirsin. Karanlığın ne olduğunu, ancak gün ışığıyla birlikte fark edebilirsin. İşte bu yüzden, sonsuz rahmeti ve merhameti sadece yaşamakla değil, aynı zamanda anlamak ve idrak etmek için bu dünyaya geldik.
İhtiyaç ve iştiyak
Neden insan ihtiyaç duymaktan bu kadar korkar? Susuz kalmadan su pınarını arayabilir miyiz? O anda bize sunulan bir bardak suyla arayış sona erer mi? Pınardan vazgeçip bir bardak suyla yetinmek, aslında ruhumuzun asıl özlem duyduğundan mahrum kalmasına sebep olmaz mı? ...
