Apiterapi Uygulama


Propolis fenolik asitler, esterler ve flavonoidler gibi çok sayıda aktif bileşik içermektedir. Bu sayede antibakteriyel, antifungal, antiviral, antiprotozoa, antitumor, anti ülser ve anti-inflamatuar gibi çok farklı biyolojik ve farmakolojik özellikler göstermektedir (3-5). Propolis sahip olduğu bu biyolojik ve iyileştirici özellikleri nedeniyle, bir doğal ilaç olarak, antik çağlardan bu yana yaygın olarak kullanılmıştır.
Propolis, toplandığı kaynağa ve yaşına bağlı olarak sarı-yeşil den koyu kahverengiye kadar değişen bir renge ve kendine özgü hoş aromatik bir kokuya sahiptir (3,4).
Propolisin Kimyasal İçeriği
Propolisin içeriği toplandığı kaynağına ve mevsime göre değişmektedir. İçinde 300’den fazla değişik madde yer almaktadır. Şu ana kadar, büyük oranda polifenoller olmak üzere, 180’den fazla bileşik propolisin bileşeni olarak tanımlanmıştır. İçeriğindeki başlıca polifenolleri, fenolik asit ve esterleri, fenolik aldehidler, ketonlar vb ile birlikte flavonoidler oluşturmaktadır (3,6-8). Propolisteki diğer bileşikler uçucu yağlar ve aromatik asitler (% 5-10), mum (% 30-40), reçine, balsam ve magnezyum, nikel, kadmiyum, demir, çinko gibi iz elementler açısından zengin bir kaynak olan polen tanelerini içermektedir (9,10).
Propoliste B1, B2, B6, A, C, E, niasin, pantotenik asit gibi vitaminler bulunmaktadır. Ayrıca propolis karoten (provitamin A) açısından da zengindir. Aspartik, glutamik, triptofan, fenilalanin, lösin, sistin, metiyonin, valin, serin, histidin, arginin, prolin, tirozin, treonin, alanin ve lizin gibi amino asitlerden oluşmuş olan azot, propolis içerisinde % 0.7 oranında bulunmaktadır (3,7,8). Propolisin içeriğindeki pek çok madde açığa çıkarılmasına ragmen halen içerdiği birçok madde bilinmemektedir. Şu ana kadar, çoğunlukla su ve organik çözücülerde çözünebilenler bilinmektedir (8-10).
Korneanın deneysel kimyasal yanıklarında propolisin yararlı etkisi olduğu gösterilmiştir. Bir başka deneysel çalışmada da kornea üzerine damlatılan propolisin deneysel keratite karşı önleyici ve koruyucu rolü gösterilmiştir (4).
Propolisin, hücre kültürlerinde in vitro ve deneysel HSV keratitlerinde de in vivo olarak güçlü antiviral aktivitesi muhtemelen konakçı hücre içine absorbsiyonunu önlemesinden ve/veya viral çoğalma döngüsünün içindeki adım(lar)ı önlemesinden kaynaklanmaktadır (5,6). Ertürküner ve ark., endotoksinle oluşturulmuş deneysel uveitte, immunohistokimyasal, ultrastrüktürel ve biyokimyasal yöntemler kullanılarak, Türkiye’de Sakarya ilinde elde edilmiş propolisin etkilerini araştırmışlardır. Bu, LPS ile oluşturulmuş bir akut uveit fare modelindeki Türk propolisinin anti-inflamatuvar etkisini gösteren, inflamatuvar göz hastalığında propolisin
terapötik potansiyele sahip olduğunu gösteren ilk rapor özelliğini taşımaktadır (8).
Kafeik asit fenetil ester (CAPE); propolis içeriğinde bulunan ve izole edilen çok geniş spektrumlu etkileri bulunan bir maddedir. Fenolik bir bileşik olan CAPE, propolisin biyolojik olarak aktif bileşenlerinden biri olmakla birlikte, antioksidan, anti inflamatuar, antiviral, immun uyarıcı ve karsinostatik, hasar önleyici, reperfüzyon, antikanser özellikleri bulunan bir bileşiktir (9).
Tıp otoritelerinin dikkatini çekmeye başladığı yıllardan sonra yapılan birçok araştırmada propolisin aktif bileşenlerinin antimikrobik, anti inflamatuar, immünmodülatör, antioksidan ve antiproliferatif özellikleri keşfedilmiştir. CAPE ile birlikte propolisin aktif bileşenlerinden olan diterpenoidler ve diğer bazı fenolik bileşiklerin antitumor etkinlikleri oldukça belirgin görülmüştür. Bu özelliklerinin hemen hepsi CAPE’nin membranları rahatlıkla geçmesine fırsat verecek fenil ve polihidrokarbon zinciri ile birlikte taşıdığı iki adet hidroksil grubuna (-OH) bağlı olarak değerlendirilmektedir. Bu iki hidroksil grubu moleküle kuvvetli antioksidan özellik kazandırmaktadır (9,10).
CAPE, birçok patolojik süreçte koruyucu görev alabilmektedir. Her bir başlık altında yer alan patolojik süreçlerle ilgili onlarca bilimsel makale bulmak mümkündür. Bu çalışmaların
hepsi deneysel hayvan çalışmaları ve hücre çalışmaları veya in vitro koşullarda yapılan çalışmalar olduğundan, bunların kliniğe uyarlanması ve kullanıma ait bilimsel tavsiyelerde bulunulması ayrı bir araştırma sürecini gerektirmektedir. Ayrıca farmakolojik olarak vücutta biyo-yararlanım ve yarılanma ömrü başta olmak üzere önemli bazı farmakolojik parametrelerin araştırılacağı bir seri deneysel hayvan çalışmasına ihtiyaç duyulmaktadır (8-10).
Arı zehiri
Arı zehirinin tıbbi amaçlarla kullanılması, Hipokrat ve Galen dönemine dek uzanmaktadır. Arı zehirinin tedavi amaçlı kullanımına dair ilk yayınlar 1864’de yapılmıştır. Arı zehirinin bazı romatizmal hastalıklara ve özellikle artrit denilen inflamatuvar eklem romatizmalarına, klinikte sıkça rastlanan otoimmün bozukluklardaki terapötik etkisinden söz edilmektedir. Almanya, Amerika, Kanada’da bazı arı çiftlikleri yalnız arı zehri elde etmek için kurulmuştur (2,11).
Apiterapi tedavileri bugün başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere birçok ülkede yaygın olarak uygulanmaktadır. American Apitherapy Society eğitim amaçlı düzenli kurs ve kongreler düzenlemektedir (2).
Sinir sistemini tutan nörolojik hastalıklar (özellikle multipl skleroz), romatizmal ağrılar (en çok romatoid artrit, osteoartrit), cilt hastalıkları (özellikle psoriasis-sedef hastalığı, egzama, siğiller), ağrı tedavisinde (serebrovasküler olay sonrası santral ağrıda), HIV gibi bulaşıcı venereal hastalıklarda immün sistemi düzenlemektedir (2,11).
Hegazi ve ark. tarafından yapılan bir çalışmada arı zehiri, propolis ve diğer tedavi edici ajanlar sedef hastalarında uygulanmıştır. Bu tedavilerde arı zehiri uygulanan sedef hastalarında cilt bulgularında anlamlı düzelme saptanmıştır (11).
Kwon ve ark. tarafından yapılan bir başka çalışmada arı zehirinin suda eriyen formu romatoid artrit modellerinde uygulanmıştır. Bu çalışmada bir gruba arı zehirinin suda eriyen formu (SEF) diğer gruba arı zehirinin asetile formu (AEF) uygulanmıştır. Subkutan SEF uygulaması (0,9 mg/kg/gün) artritte eklem bulgularını ve gelişen radyolojik hasarı dramatik bir şekilde baskılamıştır (2,11).
Yasal Düzenlemeler
Türkiye’de Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıpla ilgili yalnız bir tane yasal düzenleme vardır. Sağlık Bakanlığı, 2014 yılında yayınladığı “Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulamaları Yönetmeliği”nde Apiterapiye yer vermiştir (12).
Apiterapiye Etik ve Hukuki Açıdan Bakış
Apiterapi ve Arı Ürünleri Sempozyumlarında Valilik, Üniversite, Tıp Fakültesi, Sağlık Müdürlüğü, Ticaret Odası, Arıcılık Dernekleri etkinliği güçlü bir biçimde sahiplenmekte, en üst düzeyde katılım sağlanmaktadır.
Bu toplantılarda tıp kökenli olmayan konuşmacılar bu tedavi yönteminin ne kadar eski olduğu, ne kadar faydalı olduğunun zaten bilindiğini, bilime düşenin ise bu yararların bilimsel olarak kanıtlanması ve kullanım alanlarının genişletilerek insanlığın hizmetine sunulması olduğunu vurgulamaktadırlar.
Tıp kökenli konuşmacılar henüz “hiçbir arı ürününün Faz 3 Klinik Çalışma Dönemine gelemediğini”, bu nedenle bilimsel olarak ilaç kabul edilemeyeceğini, ancak bu alandaki çalışmaların bilimsel zeminde sürdürülmesi gerektiğini belirtirler.
27 Ekim 2014 tarih, 29158 sayılı Resmi Gazete’de Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulamaları Yönetmeliği yayınlanmıştır (12). Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulamaları Yönetmeliğinde anılan tedaviler şu şekilde belirtilmiştir;
Akupunktur
Apiterapi
Fitoterapi
Hipnoz
Maggotterapi
Mezoterapi
Proloterapi
Osteopati
Hirudoterapi
Homeopati
Kayropraktik
Kupa uygulaması
Ozon uygulaması
Refleksoloji
Müzikterapi
Uygulamalar hastalığın standart tedavisinin yerine geçecek ve devam eden tedaviyi aksatacak şekilde yapılamamaktadır. Bu husus bireylere açık bir şekilde anlatılmakta ve onaylanmış rıza formunda belirtilmektedir. Uygulamalar, Bakanlıkça yetkilendirilmiş ünite ile uygulama merkezlerinde ve ilgili alanda “uygulama sertifikası bulunan” tabip ve “sadece diş hekimliği alanında olmak üzere” diş tabibi tarafından yapılabilmektedir. Uygulama alanında temel eğitimi bulunan sağlık meslek mensupları merkez ve ünitelerde sertifikalı tabiplere uygulamada yardımcı olabilmektedirler (12).
Tedavi, sağlığı bozulmuş olan bireyi, sağlıklı duruma kavuşturmak amacıyla yapılan tıbbi müdahaleler bütünü olarak değerlendirilmektedir (1).
Tıbbi müdahale, doğrudan veya dolaylı olarak, kişilerin bedensel fiziksel veya ruhsal hastalıklarını; teşhis ve tedavi etmek, mevcut hastalığı veya ağrıyı hafifletmek, sağlığı sürdürmek ve korumak amacıyla “tıp mesleğini icraya kanunen yetkili kişiler” tarafından “tıp bilimince genel kabul görmüş kural ve esaslara uygun olarak yapılan her türlü faaliyeti” ifade etmektedir (1).
Geleneksel ve tamamlayıcı tıp uygulamaları, adından da anlaşılacağı gibi hala kanıta dayalı tıp bağlamında yeterince tıp bilimi içerisinde yerini bulamamış ancak etkisi de göz ardı edilememiştir (1).
Apiterapide; arı zehiri, propolis, polen, arı sütü, kovan havası gibi çok sayıda ciddi anaflaktik ürün kullanılmaktadır. Bu ürünlere karşı alerji bulunup bulunmadığının test edilmesi de oldukça zordur. Testin kendisi de risk taşımaktadır. Örneğin arı zehiri uygulanan bir hasta anaflaksi sonucu hayatını kaybederse, hukuk bu konuyu nasıl çözümleyecektir?
Apiterapi, Tıbbi Malpraktis Konusu Olabilir mi?
Sadece tabipler ve diğer sağlık personeli tarafından uygulanabileceği mevzuatla düzenlenmiş olan geleneksel ve tamamlayıcı tıp uygulamaları tedavinin bir parçası olarak tanımlandığına göre, EVET, tıbbi malpraktis konusu olarak değerlendirilebilir.
İster istemez aşağıdaki sorular akla gelmeli/getirilmelidir:
Sağlık bakanlığının Apiterapiyi geleneksel ve tamamlayıcı tıp uygulamaları çerçevesinde kabul etmesi ve endikasyonlarını yayınlaması müdahalenin bilimsel kabul edilmesi için yeterli olarak düşünülebilir mi?
Yayınlanan GTT uygulamaları yönetmeliği hekimi yeterince korumakta mıdır?
Mahkemeler bu konudaki bilirkişileri apiterapi uygulayanlar arasından mı yoksa hekimler arasından mı belirleyecektir?
Adli Tıp Kurumu olaya hangi zeminde yaklaşmaktadır?
Bahsedilen olguda (arı zehiri uygulanan bir hastanın anaflaksi sonucu hayatını kaybetmesi) gelişen durum komplikasyon mudur yoksa malpraktis midir?
Üretimin neredeyse %100 yakınının konvansiyonel üretim olduğunu görmekteyiz. Bugün üreticilerimizin sadece bal üretimini hedef olarak görülmektedir. Türkiye polen kaynağı bakımından oldukça zengin olup, polen üretimi son zamanlarda artmış ise de, bu artış yeterli düzeyde değildir. Arı sütü üretimi ise özellikle Marmara, Ege ve Akdeniz Bölgesi’nde son derece sınırlı sayıda üretici tarafından gerçekleştirilmektedir. Ege Bölgesi, arı sütü üretimi için uygun koşullara (iklim, bitki örtüsü, yüksek arı sütü verimine sahip bölge arısına sahip olmasına rağmen, çok az sayıda üretici tarafından arı sütü üretimi yapılması üzücüdür. Propolis üretimi de benzer durum göstermektedir. Dört mevsimin yaşandığı ülkede bütün arı ürünlerini üretmek mümkündür.
Üretimdeki çeşitlilik organik arıcılık açısından oldukça azdır ve bunun önemli nedeni ise üretimin zorluğu yanı sıra özellikle ürünlerin yeter değerde satılamaması görülmektedir. Bunun sonucu üretici bir süre sonra sistemden çıkma noktasına gelmektedir.
Son zamanlarda hızlı koloni varlığının artışı km2 düşen kovan sayısı arttırken çevre şartlarının değişmesi floral kaynaklarının azalması kovan başına verimliliği olumsuz etkilemektedir. Bugünkü mevcut yapı içerisinde üreticilerimiz mevcut şartlarına uyan koloni yönetimi ile muhakkak ürün çeşitliliğe gitmelidir.
Bugün Türkiye’de ve Dünya da arı ürünlerine yönelim hızla artmakta ve arı ürünlerinin alternatif tıpta yoğun kullanımı söz konusudur. Türkiye de arı ürünleri ile tedavi konusunda hızlı gelişmeler olmaktadır. Üreticiler bugün her arı ürününü üretme imkânı sağlayan çevre şartları ve her bölgesine uygun olan arı genotipi ile doğru planlamalar ile bu zenginliğini değerlendirmelidir. Burada apiterapiye uygun ürünler üretilmedir ki bunun yapılabilmesi için üretim aşamasından depolanması ve işlenmesine kadar dikkat edilecek birçok husus göz önünde bulundurularak kalıntısız ve besin değerlerinde bir azalma olamadan üretilip işlenmesi gerekmektedir. Tüm bunlar yapılırken en uygun koloni yönetimi ile maksimum verim hedeflenmelidir.
Bugün 7.2 milyon koloniye karşılık 4 damızlık ana arı işletmesi ve 110 adet ana arı işletmesi olmasına rağmen 400 bin ticari ana arı kapasitesinin olması düşündürücüdür. Aynı zamanda çok az miktarda arı ürünü ihraç edebilmeniz cevabı aranmalı, monofloral bal üretimine ve diğer arı ürünlerine yönelinmelidir.
Uygun Koloni Yönetiminin Uygulanması ve Arı Ürünleri
Arıcılıktan iklim, bitki örtüsü, genetik çeşitlilik, uygun bakım-yönetim, teknolojiden faydalanma, kayıt altına alma, ürün çeşitliliği, örgütlenme, pazarlama stratejisi gibi birçok etken bir araya getirilerek maksimum fayda sağlanabilir (9). Bölge floral kaynakları, iklim şartları ve genotipe göre üreticiler mevcut altyapılarını göz önünde tutarak üreteceği ürünleri belirleyerek, doğru koloni yöntemleri ile hedeflerine ulaşabilirler. Örneğin Ege Bölgesinde bir üretici eğer arı sütü üreticisi ve ana arı üreticisi olmayı hedefliyorsa arılarını her zamankinden daha güçlü kışa sokmalıdır buda çam alanlarından arılarını fazla tutmamasını gerektirir. Paket arı veya yapay oğul ana arı yetiştiriciliğinde, narenciye, karabaş otu(lavanta) balı üretecekseniz durum aynıdır.
Arı sütü üretim kovanı nasıl bu amaçla düzenleniyorsa farklı koloni yönetim uygulamalarıyla belli bir grup arıda maksimum verim alınarak bal üretilmedir. Polen üretecek bir koloni güçlü ve yavru miktarı çok olmalıdır ki koloni fazla miktarda polen getirebilsin. Ana arısız bir koloniden polen toplaması beklenemez. Kaynakların (floral ve koloni) doğru kullanılması için doğru koloni yönetimi uygulanarak bu mümkündür.
Burada ürünün maddi geliri ve her şeyden önce kalıntısız ve sağlıklı üretimle gerçekleşeceği unutulmamalıdır. Bugün kolonilerimiz geliştirmek için kullandığımız birçok kaynaktan bal, polen alabileceğimiz uzun süre arı sütü üretebileceğimiz unutulmamalıdır. Bu zenginliklerde alınacak monofloral ürünler bizim apiterapide güçlü yönümüz olarak karşımıza çıkacaktır.
ömrü boyunca "metabolik sağlığının" teşvik edilmesinde çok önemlidir. Sürekli değişen çevresel oluşumlara ve beslenme stiline adaptasyonunda temel rolü oynamaktadır. Bağışıklık- metabolik etkileşimlerin düzenleyicilerine; konak genetiği, beslenme durumu ve bağırsak mikrobiyotası dâhil edildiğinde yazının ikinci bölümünde üzerinde durulacak olan epi-genetik konusu devreye katılmaktadır ( 11,12 ). Bu çapraz haberleşme uygun olmaz ise, normal mikrobiyota enterik diğer patojenlere yenik düşecek ve simbiyotik yaşam bozulacaktır (12).
Bu çok yönlü homeostazisi kurmaya çalışmak için toplam immün cevap, patolojik cevabı önlemek için tüm vücuda yayılan genel oto-antikor ağları ile kendini küçültmeye, kompanse etmeye çalışır. Ancak, bu şekilde vücut doku hücrelerine yabancı olan antijenik yapıların besin yoluyla alınmasının sürekliliği devreye gireceği için, alınan besinlerdeki yabancı antijenik şiddete, sterokimyasal yapıya karşı aşırı cevabın önlenmeye çalışmasının başarı süresi, minimal bireysel özelliklere bağlı olarak değişecektir. Alınan besin moleküllerinin sterik/allosterik açıdan normalden farklı fonksiyona neden olmasının yanında, immün efektör hücre aktivasyonunu tetiklemesinin sürekliliğinde, immunometabolik homeostazisi normalize etmek için allostazis regülatör adaptasyonu tekrarlanacaktır. Dengeyi yerine getirmek için bu tekrarlar, aşırı bir yükleme sonucunu doğurararak immunometabolik kronik hastalıkları ortaya çıkaracaktır (13,14,15,16). İmmunhemostazis immunometabolik chronic disease
Bu nedenle, beslenme konusuna bilimsel bir metodoloji ile yaklaşılmak istendiğinde, sağlığı koruma (proflaksi) ile birlikte, tedavi potansiyelinin de dışlanamayacağı gerçeği, immün beslenme (immunonutrition) ortak noktasında buluşmayı zorunlu kılmaktadır. Bu yöndeki araştırmalar, insanların temel ihtiyacı olan beslenme işlevinde, vücudun immünolojik ve metabolik dengesi için, bilimsel doğrular yönünde doğal ürünlerin, özellikle kalite kontrolden geçmiş doğal arı ürünlerinin kullanılmasına önem kazandırmaktadır (17,18,19).
Doğal olana bilimsel veriler ile yaklaşım, bal arısı ürünlerinin “Apiproflaksi-Apiterapi” doğal etkilerini “immünoproflaksi-immünoterapi” bilimsel monitorizasyonunda aynı zemininde buluşturmaktadır. Apiterapi yaklaşımındaki arı ürünlerinin tercih edilmesi yönündeki bulgular son yıllarda daha da çoğalmıştır. Doğal ürünlerin yanında bilimsel kalite kontrolünden geçmiş, gerçek arı ürünlerinin tercih edilmesinin belki de en önemli nedeni, vücudumuzun immünometabolik yönden dengeye getirici mekanizmasına çok iyi bir yardımcı olduğuna dair ciddi çalışmaların olmasındandır (20,21). Sağlığımızın belirlediği bağışıklık dengesini koruyabilmek için, vücuda “dengeli” kavramından daha çok “doğru beslenmenin” vereceği allostatik regülasyon sonucu, vücut sisteminin adaptasyonunda daha kolay “immünomodulasyon” etkisini hedefleyen bir metodolojik yaklaşım ortaya çıkmaktadır (22, 23, 24).
İmmünomodülatif-beslenme: Koruma (Proflaksi) ve Tedavi (Terapi) Edici Beslenme
Beslenme alışkanlığı, immünitenin çöpçü hücrelerinin (antijen sunan monosit- makrofajların) organizatör yardımcı T lenfositlerine sunulan besin biyomoleküllerinin etkisine bağlı olarak gereksiz aktivasyon ya da inhibisyonlar ile sistemde otoimmün ve diğer metabolik rahatsızlıklara neden olabilir (25). Doğal olmayan yani yanlış besinlerin, örneğin vitaminlerin ve diğer çeşitli çevresel faktörlerin immünometabolik homeostazis ve mukozal mikrobiyotayı değiştirme etkisi her zaman risk taşımaktadır. Bu anlamda dengeli beslenme, ifade edilmek istenen yanlış beslenme içeriğine girmektedir. Çünkü konak metabolizması ile “uyum içinde olmayan” besin antijenleri, bazı immün etki mekanizmaları, “moleküler benzerlik teorisine” göre normal aktivasyonun dışında aktive ederek büyük kronik hastalıklara zemin hazırlayan mikro-enflamasyonlara neden olmaktadır (26, 27, 28). Bu durum öncelikle küçük immünobiokimyasal reaksiyonun artışı ve sistemik yayılımı ile vücutta klinik semptomlar vererek, hastalıklar ya da birleşiminde sendromlar şeklinde kendini göstermektedir (29, 30, 31). Doğada var olan yenilecek ve içilecek biyomoleküllerin, konak metabolizma ve immün
Balın içeriğindeki karbonhidratlar kompleks bir sindirim süreci gerektirmediğinden kan şekerini hızlı bir şeklide yükseltir. Bu nedenle zayıf, iştahsız ve fiziksel aktivitesi yüksek bireyler için uygundur. Ayrıca hipogliseminin düzeltilmesi içinde yararlıdır (3).
Glikoz ve fruktoz bal karbonhidratlarının ana bileşenidir. Genelde balda fruktoz, glikozdan daha fazla miktarda bulunmaktadır. Fruktozun emilim hızı yavaş olup glikozunkinin % 40’ına eşittir. Ayrıca sukrozdan daha az hiperglisemiktir. Glikoz sodyum transportunu gerektiren enerjiye bağımlı bir işlem ile emilir ve glikoz transporter1-4 (GLUT-1-4) taşıyıcı proteinler tarafından hücre içine alınırken, fruktoz ince barsak epitelinin fırçamsı kenarlarında bulunan GLUT-5 olarak bilinen özel taşıyıcı protein yardımı ile emilir. Hücrelere früktoz girişi insüline bağımlı değildir ve glikozun aksine insülin salınması için zayıf bir uyarandır (4)
Yapılan araştırmalarda, karbonhidrat kaynaklarının tüketildikten sonraki sindirim sürecinde kan şekeri ve insülin salgısı üzerinde birbirinden farklı etkilere yol açtığı belirtilmektedir. Bu nedenle değişik karbonhidrat kaynaklarının kan glikoz düzeyine etkisini tahmin etmek için Glisemik indeks (GI) terimi kullanılmaktadır. Çok sayıda tıp doktoru ve beslenme uzmanı, sağlıklı bir diyetin yeterli ve dengeli olmasının yanında Gİ düzeyinin de düşük olması gerektiğini önermektedir.
Balın sağlıklı bireylerde glisemik indeksinin belirlenmesi ile ilgili çeşitli çalışmalar mevcuttur. Foster-Powel vd. (2002) uluslararası gıdaların glisemik indeks ve glisemik yük ile ilgili çalışmalarında balın Gİ değerini (0.55±0.05) sukrozdan (1.10±0.21) daha düşük bulmuşlardır (5). Abdulrahman vd. (2011) diyabetli ve sağlıklı çocuklar üzerinde yaptığı çalışmada balın hem hasta hem de kontrol grubunda sakkaroz ile kıyaslandığında daha düşük Gİ ve PII değerlerine sahip olduğunu ortaya koymuştur (6).
Ülkemizde Atayoğlu vd (2016) ve Soylu vd (2016)’nin yaptıkları çalışmalara göre de test edilen yöresel balların glisemik indeks verilerine göre Muş balı “Yüksek GI”, Bingöl ve Kayseri balları “Orta GI”, Şemdinli ve Yükseova balları ise “Düşük GI” sınıflamasında yer almışlardır. Monofloral balların glisemik indeks değerleri ise narenciye ve kekik balı “Düşük GI”, test edilen diğer monofloral ballar ise “Orta GI” sınıflamasında yer almıştır (7, 8).
Balın bu özelliği ile son zamanlarda önerilen miktarlarda tüketilmesi ile glisemik kontrolün sağlanması yönündeki çalışmalar dikkat çekmektedir.
Ancak balın içeriğinde bulunan früktozun etkileri ile son zamanlarda batılı diyetlerde artışı görülen yüksek fruktozlu mısır şurubunun (HFSC) tüketiminin etkileri ile karıştırılmamalıdır. Meyve, bal ve diğer karbonhidrat kaynaklarında da früktoz bulunmasına rağmen bu kaynaklardan tüketilen miktarlar HFSC ile tatlandırılan yiyecek ve içeceklerdeki kadar yüksek değildir (4)
Türkiye Besin ve Beslenme Rehberi önerilerine göre, yiyeceklerin doğal yapısında bulunan şeker dışında, üretim aşamasında eklenen şekerler ile çay şekeri olarak adlandırılan sakkarozun toplam günlük alım miktarı, ihtiyaç duyulan günlük enerji miktarının %10’ unu geçmemeli, % 5’in altında olması tercih edilmelidir. Yiyeceklere ve ambalajlı hazır gıdalara eklenen bal ilave şeker kapsamında değerlendirilmekte olup tüketimine dikkat edilmelidir. Bebeklere de 2 yaşına kadar şeker/şekerli yiyecek ve içecek verilmemesi önerilmektedir (9).
Topraktan ve bitkilerden bala karışmış olan çeşitli mikroorganizmaların zararlı etkileri balın antibakteriyel özelliği sayesinde engellenmektedir. Ancak Clostridium botulinum sporlarının balda bulunması bir yaşına kadar olan bebeklerde tehlike oluşturmaktadır. Bakteri sporları bal içerisindeyken canlılığını sürdürebilmekte ancak toksin oluşturamamaktadır. Bebeklerin barsak floraları Cl. botulinum kolonizasyonuna duyarlı olduğu için balla birlikte alınan bakteri sporu barsakta toksin oluşturabilmektedir. Bu durumda konstipasyon, başı kontrol edememe, halsizlik ve refleks kaybı gibi semptomlarla karakterize infant botulismusu meydana gelmektedir. İyileşme uzun sümekte ancak semptomlar tedavi sonrası ortadan kalkmaktadır. Söz konusu vakalar son derece nadir görülse de bir yaşından küçük çocuklara bal verilmemesi önerilmektedir.
maltoz
g
2.52
Günlük tüketimi tavsiye edilen bal miktarı yaklaşık 20 g yani bir yemek kaşığıdır. Bir yemek kaşığı bal ile (21 g); 3.59 g su, 64 kcal enerji, 0.06 g protein, 17.3 g karbonhidrat, 17.25 g toplam şeker, 0.19 g sakkaroz, 7.51 g glukoz, 8.6 g fruktoz, 0.09 mg kalsiyum, 1 mg magnezyum, 11 mg fosfor, 1 mg potasyum, 0.05 mg sodyum, 0.008 mg çinko, 0.017 mg bakır,
1.5 mg manganez, 0.2 mg flor, 0.025 mg riboflavin vitamini, 0.014 mg niasin vitamini, 0.005 mg pantotenik asit vitamini alınmaktadır. Ayrıca bal enzim içeriği nedeniyle sindirimi kolaylaştırıp, kronik ve enfeksiyona bağlı kabızlık, mide ülseri ve karaciğer rahatsızlıklarına iyi gelmektedir.
Arı Sütü
Arı sütü; 5-15 günlük işçi arıların yutak üstü salgı bezlerinden salgıladıkları bir üründür.
.Jel halinde akıcı kıvamda, kremsi-beyaz renktedir. Tadı ekşi ve kokusu keskin fenolik yapıdadır. Yoğunluğu 1.1 g/cm³ olup kısmen suda çözünebilmektedir. Memeli hayvanların memesinde oluşan süt ile ilgisi olmadığı halde yavru beslenmesinde kullanılması ve süte benzeyen görünümü sebebiyle Türkçe'de süt olarak adlandırılmakta İngilizcede ise kral gıdası (İng: Royal jelly) olarak adlandırılmaktadır. Arı sütü ana arının besini olup, besin değeri oldukça yüksektir. Ana arı ve işçi arılar yumurtadan çıktıklarında aynı genetik yapıya sahip olmalarına rağmen, larva döneminde farklı oranda ve sürede arısütüyle beslenmeleri yapılarının farklılaşmasına neden olmaktadır. Sadece 6 günlük bu farklı beslenme sonucunda ana arı hastalıklara direnç kazanmakta, günde kendi ağırlığının iki katı kadar (1500-3000) yumurta üretebilmekte ve 6 yıl kadar yaşamaktadır. Diğer işçi arılar ise kolay hastalanmakta, dişi oldukları halde yumurta üretememekte ve sadece 2 ay yaşamaktadırlar. İki birey arasındaki bu derece farklılaşma sadece arı sütü ile beslenmelerinden kaynaklanmaktadır. Taze arı sütü; % 60-70 nem, % 12-15 ham protein, % 3-6 yağ, % 10-16 karbonhidrat, % 1.5 mineral ve vitaminler içermektedir. Ayrıca; 10-HDA (10 hidroksil-2 dekenoik asit) gibi bağışıklık sistemi düzenleyici, antibakteriyel proteinler, yağ asitleri, peptitler gibi çok sayıda biyoaktif madde de bulunmaktadır (14-17). Arı sütünde ortalama olarak 7.30 mg/g serbest amino asit bulunmaktadır. En fazla bulunan serbest amino asitleri ise prolin, lisin, ß-alanin, fenilalanin, aspartikasit ve serin’dir (18).Arı sütündeki lipitler, proteinden sonar ikinci önemli maddelerdir. % 80-85 yağ asidi, % 4-10 fenoller, % 5-6 vakslar, % 3-4 steroller ve % 0.4-0.8 fosfolipitler, arısütünde bulunan lipitlerdir (14). Arı sütünün gaz kromatografik analizinde 26’dan fazla yağ asidi belirlenmiştir. Bunlardan başlıcaları; nonanoik, kaprik, undekanoik, tridekanoik, laurik, miristoleik, palmitik, palmitoleik, stearik, linoleik ve araşidoneik asittir. Arı sütünün asıl sağlık üzerine faydalı etkisini oluşturan maddeler yağ asitlerinden oluşmaktadır
(18). Yağ asidi fraksiyonunun % 32’sı trans-10-hidroksi-2-dekenoik asitten (10-HDA), % 24’ü glukonik asit, % 22’si 10-hidroksidekanoik asid (HDAA), % 5’i dikarboksilik asitler ve diğer yağ asitlerinden oluşmaktadır. Arı sütü; fruktoz, glukoz ve sakaroz gibi üç önemli karbonhidrat ve iz miktarda maltoz, trehaloz, melibioz, riboz ve erloz içermektedir (14). Arı sütünde esas olarak K, P, S, Na, Ca, Al, Mg, Zn, Fe, Cu ve Mn, izmiktarda (0.01-1 mg/100 g) ise Ni, Cr, Sn, W, Sb, Ti ve Bi bulunurken, sodyum içeriği 11.0 – 14.0 mg/100 g arasındadır (19). Arı sütünde iz miktarda C vitamini vardır. A, D, E, K vitaminleri de arı sütünde bulunmaktadır (18). Arı sütü; besin içeriği açısından zengin olmasından dolayı büyüme ve gelişmeyi hızlandırdığına, yaşlanmayı geciktirdiğine, fiziksel gücü artırdığına inanılır. FAO(1996)’ ya göre insanların tüketimi için günlük tavsiye edilen doz; 100-300 mg dır.
Polen ve arı ekmeği
Bugüne kadar polen konusunda gerek dünyada gerekse ülkemizde daha çok balda polen analizi (melissopalinoloji) ve aeropalinoloji konularına yoğunlaşılmış, balın botanik orijinini belirlemek ve alerji riski olan hastalar için hava polenlerini tanımlamak için bu alanlardan faydalanılmıştır. Ancak arı poleni, özellikle de monofloral arı polenleri konusunda araştırmalar sınırlı kalmıştır. Polenin fiziksel, kimyasal ve biyolojik özelliklerinin toplandığı bitkiye, toplandığı bölgenin coğrafik konumuna, iklim özelliklerine, toplanma şekline ve ambalaj şekline bağlı olarak değişim gösterdiği bildirilmektedir (138). Krell’in yaptığı çalışmada arıların topladıkları polenlerin ortalama % 7.5-40 protein, % 15-50 karbonhidrat ve % 15 -50 arasında değişen ve oldukça yüksek miktarda nişasta ihtiva ettiğini ifade etmiştir (130). Basım vd. nin yaptıkları in vitro çalışmada polen ve propolis metanolik ekstraktlarının pek çok patojenik bakteriye karşı antibakteriyal aktivite gösterdiklerini rapor etmiştir (139). Yine Medeiros vd. sıçanlarda fenolik polen ekstraklarının anti alerjenik etkisinden bahsetmişlerdir
(140). Almaraz-Abarca vd yaptıkları çalışmada Meksika florasına ait etanolik polen ekstraktlarının lipid peroksidasyonu inhibe edici ve polen ekstraktlarının HPLC analizinde bir flavonoid türevi olan kalkonlarca zengin olduğunu göstermiştir (141). Polenin in vitro olarak lipid peroksidasyonunu engellediği, oksidan özelliğe sahip ve kanserojen olduğu bilinen pek çok serbest oksijen radikalini temizlediği (142-143), yine in vitro bakteri çalışmalarında bakterileri öldürdüğü veya gelişimini engellediği (139) yapılan araştırmalarda belirtilmiştir. Bunların dışında literatürde polenlerle ilgili olarak antioksidan aktivitelerini ortaya çıkaran araştırmalara (140) ek olarak, balların orijinlerini belirlemek üzere yapılan polen araştırmaları (145-149) ve polenlerin aminoasit analizlerinin tespitine yönelik (150) çalışmalar mevcuttur. Ticari arı polenlerinin B grubu vitaminleri içeriğini tespit etmeye yönelik yapılan bir araştırmada (151) tiamin klorür (B1), riboflavin (B2), nikotinik asit (B3), pridoksin klorür (B6), folik asit ve siyanokobalamin (B12) vitaminlerinin miktarları yüksek performanslı sıvı kromatografisi (HPLC) ile tespit edilmiştir. Polenin insan ve hayvanları X ışınlarının zararlı etkilerinden koruduğuna dair verilere bilimsel çalışmalarda rastlanmıştır (152).
Polenin atletlerin kondisyonu için gerekli gıdalar arasında önemli bir potansiyele sahip olduğuna dair yapılan çalışmalar (153-155), polenlerin organizmada metabolik etkilere sahip hormonları da bünyesinde bulundurduğunu göstermiştir. Yine Karataş ve Şerbetçi (2008) çalışmalarında arı polenlerindeki adrenalin ve noradrenalin miktarlarını HPLC ile tespit etmiş; insan ve hayvanların metabolizmalarında sentezlenen adrenalin ve noradrenalinin birçok bitki hormonuna ek olarak arı poleninde de bulunduğunu göstermişlerdir (156).
Polenler antimikrobiyal (antibakteriyel, antifungal, antiviral) özellikleri nedeniyle de ön plana çıkmaktadır. Polenlerin Escherichia coli, Proteus, Salmonella ve diğer koliform türlerine karşı etkili oldukları tespit edilmiştir. Polenlerin bu antimikrobiyal özelliği yapısında bulunan Quercetin, Mirisetin, Kaempferol gibi bileşiklerden kaynaklanmaktadır (157-159). Özcan vd., Alternaria alternata ve Fusarium oxysporium f. sp. Melonis’in misel gelişimi üzerine arı poleninin % 2 ve % 5 konsantrasyonlarındaki metanol ekstraktlarının inhibitör etkilerini araştırmış ve % 2’lik konsantrasyonun fungus gelişimine az, % 5’lik konsantrasyonunun ise daha çok etkili olduğunu rapor etmiştir (160).
Türkiye ekolojik farklılıkları ve biyolojik çeşitliliği sayesinde bal üretimi için en elverişli ülkelerden biri olarak görülmektedir. Bu elverişli şartlar sadece bal üretimi için değil diğer arı ürünleri için de önemli bir zemin oluşturmaktadır. Nitekim arı poleni üretiminde farklı bitkisel kaynaklardan ve sarı, kırmızı, mor, yeşil, portakal rengi gibi farklı renklerde üretim söz konusudur. Ancak monofloral arı poleni hasat etmek hem polenlerin standart kompozisyonunu belirlemek hem de beslenme ve destek tedavi amaçlı kullanmak açısından oldukça önemlidir
(161). Örneğin yapılan bir çalışmada Cistus (laden) poleninin kestane polenine göre 20 kat daha fazla karotenoid içerdiği (162) diğer bir çalışmada ise kestane ve Cistus polenin sterol içeriklerinin farklı olduğu Cistus polenin yoğunlukla delta-5-avenasterol, kestane poleninin ise
ve bir koloni ortalama yılda 20-57 kg polen toplamaktadır (168). Tarlacı işçi arılar tarafından toplanan polen, bal arısı salgıları katılıp bal arılarının arka bacaklarında bulunan polen sepetçiğine (korbikula) konularak kovana getirilmektedir. Kovandaki diğer genç işçi arılar yardımıyla boşaltılıp bozulmayı önlemek için ince bir tabaka bal ve balmumu karışımıyla kaplanmaktadır. Bu karışım farklı enzim, mikroorganizma, nem ve sıcaklığın (35-36 oC) etkisiyle kimyasal değişikliğe maruz kalmaktadır. Kimyasal değişikliğe uğrayan bu depolanmış polen, arı ekmeği olarak adlandırılmaktadır (169). Arı ekmeği ergin arılar tarafından tüketilmekte ve larvaların beslenmesinde kullanılmaktadır (130, 136, 170).
Arı ekmeği yaklaşık % 20 protein, % 3 lipid, % 24-35 karbonhidrat, % 3 vitamin ve mineral içermektedir. İnsan vücudunun biyosentezleyemediği esansiyel aminoasitlerin tümü ile protein, C, B, B2, E, H,P, nikotinik asit, folik asit, pantotenik asit gibi vitaminler, pigmentler, sakkaroz, amilaz, fosfataz gibi enzimler, flavonoidler, karatenoidler ve hormonlar içermektedir
(171). Arı ekmeğinin kompozisyonu polenden farklıdır (172). Arı ekmeğinin aynı bitkinin poleninden daha fazla indirgenmiş şeker, K vitamini ile mikroorganizma digesting enzim içerdiği belirlenmiştir. Polenin arı ekmeğine dönüşmesi ve biyokimyasal değişiklikler, bakteri ve mayalar tarafından sebep olunan temelde laktik asit fermentasyonu ile mikrobiyel faaliyetin bir sonucudur (173). Arı ekmeğinin sahip olduğu yüksek biyolojik aktivite, küf ve mantar gelişimini inhibe ederek arı ekmeğinin daha iyi korunmasını sağlamaktadır (174).
Farklı botanik orijine sahip polenin kimyasal yapısı hakkında araştırmalar mevcut iken arı ekmeği hakkında bilgiler sınırlıdır (175, 176). Herbert ve Shimanuki tarafından arı poleni ve petek gözünde depolamış polenin kimyasal kompozisyonu ve besin değerinin incelendiği araştırmada, arı ekmeğinin polenden daha yüksek oranda indrigenmiş şeker ve lif içerdiğini rapor etmişlerdir (177). Human ve Nicolson, taze (çiçek), arı poleni ve depolanmış polenin amino asit ve yağ asidi kompozisyonunu incelemişlerdir (178). Depolanan polende nem ve karbonhidrat oranı artarken ham protein ve lipit içeriğinin azaldığını rapor etmişlerdir. Loper et al. petek gözünde depolanan polenin 7, 21 ve 42 gün sonra yağ asidi ve sterol kompozisyonunu incelemişlerdir (179). Nagai vd. arı ekmeğinin antioksidan etkisini tespit ederken (174), Abouda vd. Moroccon (Fas) arı ekmeğinin antibakteriyel etki gösterdiğini bildirmiştir (180). Luz ve Barth, Brezilya’da mangrove alanlarından toplanan bal ve arı ekmeği örneklerinde polen analizi yaparak Laguncularia racemosa’ nın polen ve nektar kaynağı olarak önemini vurgulamışlardır (181). Yapılan bir araştırmada badem (Prunus dulcis) polen ve arı ekemğinde 12 yağ asidi belirlenmiştir, bunlar arasında oleik ve limoleik asit doymamış yağ asitlerindendir
(179). Polenin yağ asidi kompozisyonunun bitki türüne bağlı olduğu bildirilmiştir (182). Bunun dışında Szczesna farklı ülkelere (Polonya, Güney Kore ve Çin) ait arı polenlerinin uzun zincirli yağ asitlerini belirlemişlerdir ve örneklerde miristik, palmitik, stearik, oleik, linoleik, araşidik, behenik ve lignoserik asitler tespit edilmiştir (183). Bazı çoklu doymamış yağ asitleri (PUFA) insan beslenmesi için esansiyeldir fakat insan vücudu sindirim sisteminde bu asitleri sentezleyemezler, örneğin alfa-linolenik (ALA), docosahexaenoik (DHA) ve eicosapentaenoik (EPA) asitler (184). Doymamış yağ asitlerinin insan sağlığı üzerine faydaları konusunda araştırmalar yapılmıştır. Örneğin EPA ve DHA’nın etil esterlerinin serumdaki trigliserid seviyesini düşürdüğü rapor edilmiştir (185). EPA ve DHA, kandaki kolesterol ve trigliderid seviyesni düşürcü özelliği ile kardiyoprotektif anti-aritmik, antitrombotik ve anti inflamatuvar etki gösterdiği rapor edilmiştir (186). Ülkemizde üretilen farklı coğrafik ve botanik orjine sahip arı ekmeklerinin kimyasal içeriği ve yağ asidi analizi Kaplan vd. (2016) tarafından yapılmış, doymamış yağ asitlerince zengin olduğu gösterilmiştir (186).
Yapılan bir çalışmada Fas bölgesinden toplanan arı ekmeği ve arı poleni örneklerinin antibakteriyal aktivitesi araştırılmıştır. Çalışmada polen numuneleri hem kurutulmuş halde hem de taze olarak kullanılmış ve E. coli, Staphylococcus aureus, Bacillus cereus bakterilerinin arasında bulunduğu bakterilere karşı antibakteriyal aktivite testi yapılmıştır. Sonuç olarak taze
arı poleni ve arı ekmeğinin kurutulmuş polen örneklerine nazaran daha yüksek antibakteriyel aktivite gösterdiği bildirilmiştir (180).
Diğer bir çalışmada ise arı ekmeği örneklerinin sıcak su, su ve etanol ekstrakları çıkarılmış ve bu ekstraktların fonksiyonel özellikleri belirlenmiştir. Suyun çözgen olarak kullanıldığı örneklerde antioksidan aktivitenin yüksek olduğunu bildiren araştırmacılar arı ekmeğinin bu antioksidatif etkisinden faydalanılabileceğini belirtmişlerdir (187).
İnsanlar günümüzde beslenme faaliyetini artık çok yönlü olarak dikkate almakta bazı hastalıklardan korunmak ve/veya tedavi amaçla yerine getirmektedir. Günümüzde doğal yaşam ve doğal beslenmenin ön planda olduğu düşünülürse arı ürünlerinin de bu alandaki yerinin büyüklüğü anlaşılacaktır. Ancak ülkemizde arı ürünlerinin faydaları kulaktan dolma bilgiler ile anılmaktadır ve konu ile ilgili yapılan çalışmalar da oldukça kısıtlıdır. Bu ürünler hakkında yapılacak çalışmalar ürünlerin hem tanınırlığını sağlayacak hem de tüketim oranlarını artıracaktır.
ERKEK ARI LARVASI (APİLARNİL)
Ülkemizde çok fazla bilinemeyen bal arısı ürünlerinden biri de apilarnildir. Apilarnil, bal arısı kolonilerinde 3-7 günlük yaşta erkek arı larvalarının hasat edilmesiyle üretilen doğal bir arı ürünüdür. Homojen, sütümsü boza kıvamında, sarımsı gri renkte ve acımsı bir tada sahiptir. Larva gözleri kapandıktan sonra, pupa evresinde, larvanın sahip olduğu besin kompozisyonu değişmektedir, bu nedenle en kaliteli besin formunun korunduğu larva evresinde hasadının yapılması uygun olmaktadır. Hasat sırasında larva öleceği için yapısındaki protein bozulabileceğinden larva hızla tüketilmeli ya da işlenmelidir (188).
Apilarnilin kimyasal ve terapötik özellikleri
Apilarnil’in ortalama olarak % 25-35 kuru madde, % 9-12 protein, % 6-10 karbonhidrat,
% 5-8 lipid, % 2 kül ve % 3 oranında da tanımlanamayan madde içeriğine sahip olduğu bildirilmektedir (189,190). Arı larvası proteince, dolayısıyla aminoasitler bakımından oldukça zengindir. İçerdiği vitaminler (A, B1, B6, kolin) ve mineraller (Ca, P, Na, Zn, Mn, Fe, Cu ve K), bal arılarının beslendiği polen kaynaklarının çeşidi ve zenginliği, üretilen apilarnilin kalitesini artırmaktadır (191). Apilarnil, yüksek düzeyde antioksidan özelliğe sahiptir. Bu özellik yapısındaki zengin polifenollerden kaynaklanmaktadır (192). Ayrıca apilarnilin erkek eşeye özgü hormonlar, özellikle testesteron bakımından zengin olduğu ve erkek eşey özelliklerini güçlendiren androjenik etkisi saptanmıştır (193-195). Vücut kas ağırlığını arttırmasından dolayı apilarnilin erkek bireylerde doğal bir anabolizan olduğu belirlenmiştir
(196). Vücuttaki güçlü katabolik etkisi nedeniyle enerjinin üretilmesine neden olan oksidatif işlemleri uyaran güçlü bir kaynak olan apilarnil, kaslarda glikojen kaybını önlemektedir. İstenilen performansın elde edilebilmesi için kaslara enerji sağlayan mekanizma ile birlikte değerlendirilmelidir (188).
Erkek arı larvasının kimyasal analizi ile ilgili bir araştırmada Isıdorov vd. bal arısı erkek larvasının kimyasal analizinde ham örneklerin %73.6 su, % 10 protein, % 3.5 lipid, %12.2 karbonhidrat, % 0.7 kül içermiş enerji değeri 120.3 kcal/100 g tespit edilmiştir. Aynı araştırmada liyofilize örneklerin % 3 su, % 32 protein, % 24.2 lipid, % 38.9 karbonhidrat, %
2.7 kül içermiş enerji değeri ise 501.4 kcal/100g olarak rapor edilmiştir. Bu araştırmada en önemli komponent gruplarından biri serbest amino asitler bulunmuş, 9 esansiyel amino asit içerdiği belirlenmiştir. Non-proteinojenik amino asitler arasında sarcosine, beta-alanine, homoserine, 4-hydroxyproline, aminobutirik ve pyroglutamik asitler bulunmaktadır. Araştırmada genel olarak aminoasitlerin, N-içeren ve P-içeren bileşikler, alifatik asitler,
riskini artıran faktörler arasındadır. Kronik stres, insülin direncini artırmakla birlikte obezite, diyabet, kalp ve damar hastalıkları için zemin hazırlamaktadır. Genetik yatkınlık ta diyabette önemlidir. Fast-food tarzı beslenme, bol şekerli gıda tüketimi ve hareketsizlik çocuklarda diyabet riskini artıran önemli sebepler arasındadır.
Diyabetin tedavisinde temel hedef kan şekeri yükselme ve düşüşlerini önlemektir. Tip1 diyabetli hastaların tedavisinde insüline ihtiyaç duyulurken Tip 2 diyabetli hastaların tedavisinde beslenme alışkanlıklarının düzenlenmesi ve egzersiz önerilmektedir.
Diyet, diyabet tedavisindeki en önemli unsurdur. Bu amaca hizmet eden çok sayıda ticari diyabetik gıda vardır. Bu ürünlerde şeker yerine sakarin, aspartam gibi tatlandırıcılar yada maltoz, mısır şurubu, fruktoz gibi enerji veren şekerlerin kullanımı söz konusudur. Ancak şeker oranı azaltılmış diyabetik ürünler yüksek oranda yağ ve kalori içerebileceklerinden dikkatli olunmalıdır. Bu nedenle yaşamın her döneminde olduğu gibi sağlıklı ve dengeli beslenme elzemdir.
Diyabet tedavisinde bitkiler çok eski zamanlardan beri kullanılmaktadır. Halk arasında diyabet tedavisinde etkili olduğu tespit edilen 129 bitki türü tanımlanmıştır. Bunlar arasında en çok bilinenleri Rosa canina (kuşburnu), Urtica dioica (ısırgan), Morus nigra (karadut), Prunus spinosa (dağ eriği), Juglans regia (ceviz), Mytrus communis (mersin) ve Teucrium polium (yavşan) olup kullanım açısından ilk sıralarda yer almaktadır (5).
Bununla birlikte yine doğal ürünlerden olan ve çok sayıda faydalı biyolojik aktivitesi bilimsel araştırmalarla ispatlanmış olan propolisin diyabet üzerine etkisi bilimsel araştırmalarla ispatlanmıştır. Nitekim 2005 yılında Çin’de yapılan bir araştırmada propolisin su ekstraksiyonu ratlara 7 hafta boyunca 40 mg/kg dozda verildiğinde, ilk haftalarda kan şekerinde ortalama % 22 düşüş sağlarken son haftada % 34. 8 düşüş sağlamıştır. Propolis hücre aktivitesini artırmış, doku rejenerasyonunu hızlandırarak zarar görmüş pankreatik hücreleri tamir etmiştir. Ayrıca diyabet sebebiyle yükselmiş olan total kolesterol, trigliserit, LDL kolesterol ve yüksek kan viskozitesini modüle ederek kan sirkülasyonunu iyileştirmiş ve aterosklerozisi azaltmıştır. Antioksidan aktivitesiyle de tedavi sürecinde büyük destek sağlamıştır (6). Ayak ülserasyonu diyabetik hastalarda çok önemli bir sorun olup hastaların en az % 15’in etkili olmakta ve ampütasyona sebep olmaktadır. Avusturya’da yapılan bir araştırmada 400 mg/ml dozda deney hayvanlarına verildiğinde normale yakın iyileşme sağlanmıştır (7). Diyabetik yara tedavisinde propolis epiteliyal kapanmayı hızlandırmış, bu iyileşmede propolisin antibakteriyel etkisinin katkısının olduğu bildirilmiştir (8). Ayrıca propolis diyabetik yaraların epitelizasyonu ve yara iyileşme oranını artırmış nötrofil sayısını ve yara dokusu makrofaj akışını normalleştirmiştir
(8). Kapsüle edilmiş propolisin etkisinin tespit edildiği bir çalışmada diyabet tedavisinde insülin direnci geliştirmeyen ilaçlara ihtiyaç olduğu açlık glikozu ve trigliserit seviyesindeki artışı engellediği ve insülin indeksini iyileştirdiği tespit edilmiştir (9). Pakistan’da bir araştırma grubu ise diyabetin sebep olduğu böbrek hasarı üzerine propolisin etkisini inceledikleri araştırmada propolisin BUN ve kreatin seviyelerinde iyileşme sağladığı ve bu etkinin ise propolisin içerdiği kafeik asit fenetil ester (CAPE) sayesinde olduğunu rapor etmişlerdir (10). HbA1c uzun süreli glisemik kontrolü sağlayan ve diyabetik komplikasyon risklerini belirlemek için ideal bir indikatör (göstergedir). HbA1c seviyesindeki % 1 lik artış bile kardiyovasküler (kalp) problemlerinde önemli bir artışa sebep olmaktadır. 2011 yılında yapılan araştırma ile propolisin diyabette artan HbA1c seviyesinde düşüşü sağladığı (% 8.4), diyabetin sebep olduğu karaciğer enzimlerinden ALT ve ALP seviyelerini iyileştirdiği belirlenmiştir. Propolisin diyabetiklerde hem böbrek hem de karaciğeri koruyarak yükselmiş açlık kan glikozu, HbA1c seviyesi ile kan lipit seviyelerini normalleştirdiği bilimsel olarak gösterilmiştir (11). Japon araştırıcılar ise propolisin diyabet ile oluşan pankreastaki beta hücrelerinin harabiyetini önlediğini tespit etmişlerdir (12). Sudi Arabistan’da yapılan bir araştırmada, propolisin diyabet tedavisindeki başarısı dokularda gllikoz alımının uyarılması, serbest dolaşıma karışmasının engellenmesi ve midede glikoz emiliminin azaltılması şeklindeki etkisine atfedilmiştir (13). Ayrıca propolis
verilmesinin plazmada insülin hormonu seviyesini artırırken glukagon hormonu seviyesinin azalmasına neden olduğu böylece karaciğer tarafından glikoz çıkışının azalması ve çevresel dokularca glikoz alımının artırılarak propolisin kandaki glikoz seviyesini kontrol edebilmesiyle açıklanmıştır. İnsülin ile birlikte verilen propolisin ise aynı zamanda diyabet sebebiyle oluşan kemik kaybında kemik mineralizasyonunu sağlayarak normalleştirdiği de rapor edilen bilgiler arasındadır (13). Fuliang vd. (2005)’nin çalışmalarında 40 mg/kg alloksan ile diyabet oluşturulmuş ratlara 7 hafta boyunca propolisin su (15 mg/ml) ve etanol (100 mg/ml) ekstraktı verilmiştir. Deneme sonunda kan glikoz seviyesindeki düşüş % 34.8 olmuştur. Lipid düzeyleri bakımından ise kolesterol değeri kontrol grubunda 17.7 iken propolis verilen grupta bu değer
7.7 e düşmüştür (6). Propolisin çözünürlüğü ve biyoyararlılığını artırmak için enkapsüle edilmiş propolisin (50,100 ve 200 mg/kg), metabolik ve insülin dirençli ratlarda glisemik kontrol, lipid metabolizması ve insülin direnci üzerine etkisini araştırmışlardır. Tip2 diyabetik ratlarda propolis açlık kan glukozu ve trigliserit artışını inhibe ederken IAI (Insulin act index) değerini iyileştirmiş, total kolesterol, HDL-kolesterol ve LDL kolesterol üzerine etkisi önemli bulunmamıştır. Enkapsüle edilmiş propolis ratlarda insülin sensitivitesini iyileştirdiği için Tip 2 diyabetin özellikle başlangıç aşamasında propolisin etkili olacağı tavsiye edilmiştir (9). Başka bir araştırmada 100, 200 ve 300 mg/kg dozda Brezilya yeşil propolisi kullanılmış STZ ile diyabet edilmiş ve kan glikozu ³ 200 olan ratlar çalışmaya alınmıştır. 40 gün sonra diyabetik hayvanların ağırlıkları % 17 azalırken böbrek ağırlığı % 124 artmış, propolis verilen grupta ise vücut ağırlığı % 8.9 artarken böbrek ağırlığı % 30.31 oranında artmıştır. BUN değeri diyabetik hayvanlarda artarken propolis verilenlerde % 27-31 oranında düşmüş, kreatin değeri 200 ve 300 mg propolis verilen grupta % 29 ve 31 oranında düşürülebilmiştir. MDA seviyesi diyabetik hayvanlarda 167.96 iken propolis verilenlerde 93’e kadar düşmüştür. Sonuç olarak propolis oksidatif stresi engellediği için diyabetik nefropati üzerine de olumlu etki göstermiş ve bu etki propolisin CAPE içeriğine atfedilmiştir (14). Baccharis dracunculifolia Brezilya propolisinin botanik orijinidir ve prenillenmiş p-kumarik asitler aktif bileşenidir. Çin propolisi kavak tipi propolistir ve temel komponentleri flavonodiler, sinnamik asit ve esterleridir (15). Çin ve Brezilya propolisi ratlarda STZ indüklü diyabetin progresyonunu önemli oranda önlemiş ve bu ratlarda artan oksidatif stresi iyileştirmiştir. Çin propolisi ratlarda lipid metabolizmasını da iyileştirmiştir. Çin ve Brezilya propolisleri diyabetik ratlarda kilo kaybını ve kan glikoz seviyesindeki artışı baskılamıştır. Çin propolisi verilen gruptaki HbA1c seviyesindeki düşüş %
8.4 oranında olup elde edilen sonuçlar Çin ve Brezilya propolislerinin farklı aksiyon yolları ile diyabet progresyonunu etkilediğini gösterilmiştir. Brezilya propolisi BUN üzerine açık etki gösterirken her 2 propolis tipi ALT ve AST seviyelerini etkilemiştir. Bu çalışmalardan elde edilen sonuçlar propolisin diyabetik ratlarda hepatorenal fonksiyonlar üzerine koruyucu etki yaptığını göstermiştir (11,16).
Diyabetle ilgili çalışmalarda propolisin etkinliği ve ilgili parametreler üzerinde etkili mekanizmalar şu şekilde açıklanmıştır;
Pankreastaki beta hücre harabiyetinin iyileştirilmesi;
Akut ve progressif bir hastalık olarak tanımlanan diyabet glikolize hemoglobin ve açlık kan glikozu değerlerinin yükselmesi ile karakterize edilmektedir. Bu durum pankreastaki beta hücrelerinin zamanla bozulmasına sebep olmaktadır. Propolis hücre aktivitesini artırırken, doku rejenerasyonunu hızlandırmakta ve zarar görmüş beta hücrelerini tamir etmektedir (15).
Fruktozamin konsantrasyonunun düşürülmesi;
Fruktozamin serumda keto aminlerle birlikte oluşan glukoz ve albümin arasındaki bir reaksiyonun yan ürünüdür. Serumdaki fruktozamin konsantrasyonu nispeten sabittir ve diyetten etkilenmez. Fruktozamin glikolize hemoglobin (HbA1c) proteinine benzer şekilde 2-3 hafta boyunca kandaki glikoz değişikliklerine yansırken açlık kan glikozu anlık kan glikozuna yansır. Propolis verilen grubun fruktozamin konsantrasyonunun düşük olması onun aynı zamanda kan glukoz seviyesini kontrol ettiğini göstermektedir (6).
Lipid metabolizmasını modüle etmesi;
Diyabet, total kolesterol, trigliserid, LDL-kolesterol seviyelerini yükseltirken HDL- kolesterolü düşürmektedir. Çok sayıda araştırma propolisin yüksek kan lipidi, yüksek total kolesterol, yüksek kan viskozitesini modüle edebildiğini ve kan sirkülasyonunu iyileştirerek aterosklerozisi azaltabildiğini göstermiştir. Bu çalışmalarda propolisin lipid metabolizmasını modüle ettiği ve kan lipidi anormalliklerinin sebep olduğu sendromu azalttığını rapor etmişlerdir (6). Hiperlipidemi, ateroskleroz ve kronik kardiyovasküler hastalıklara yol açar. Serum kolesterol seviyesinin düşmesi kardiyovasküler hastalık riskini azaltır. LDL oksidasyonu aterosklerozda önemli rol oynar ve propolis in vitro ve in vivo lipid peroksidasyonunu inhibe eder (9). Sonuç olarak propolis LDL oksidasyonu ile kolesterol seviyesindeki artışı önleyerek kardiyovasküler hastalık insidansını azaltmaktadır (17)
Propolisin antioksidan aktivitesi ile serbest radikallerden koruyucu etkisi,
Hücrelere zarar veren oksijen radikalleri ve MDA, lipid peroksidasyonunun bir türü olarak vücuttaki oksidasyonun derecesine yansıtmaktadır. Süperoksid dismutaz (SOD) enzimi serbest radikal kovucudur ve vücuttaki oksidasyon reaksiyonlarının kontrolünde önemli etkileri vardır. Tip 2 diyabette MDA konsantrasyonu normalden oldukça yüksektir. Yapılan araştırmalarda, propolis sayesinde SOD seviyesinin arttığı MDA seviyesinin azaldığı gösterilmiştir. Yani propolis antioksidan aktivitesi sayesinde serbest radikallerden koruyucu etki göstermektedir (10).
Nitrik oksit (NO) inhibisyonu
NOS tarafından sentezlenen NO, insan vücuduna hem faydalı hem de zararları olan önemli haberci (mesenger) bir moleküldür. NO (nitrik oksit), L-arginine katalizleyen NOS tarafından üretilen endoteliyal-genişletici faktördür. NO vücuttaki bazı fizyolojik ve patolojik değişikliklerle ilgilidir. NO kan damarlarını genişletir, kan basıncını düşürür ve hematoblastların aglütinasyonunda olduğu gibi kan damarlarındaki çizgili olmayan kasların çoğalmasını sağlar ancak aşırı NO patojeniktir. Aşırı NO üretimi süperoksit ile reaksiyona girerek güçlü oksidan peroksinitriti oluşturur ve bu durumda Tip 1 ve Tip 2 hastalarda endoteliyal fonksiyon bozukluğu görülür. Böylece NO’in biyoyararlanımı azalır, vasokontrukisyon ve hipertansiyona yol açar. Tip 2 diyabette endoteliyal hücreler hasar görür ve kan damar matriksi kalınlaşır ve NO seviyesi artar. Yapılan çalışmalarda, propolisin bu parametreyi düşürerek nöronal toksiteyi azaltmakta, kan damarları ve endotaliyel hücreleri korumaktadır. (6). Ayrıca antioksidanlar tarafından ROS’un kovulması NO nun biyoyararlılığının artmasına yardımcı olur ve doku hasarını önler. NO nun aşırı üretimi diyabetik retinopati ve erken basamak diyabetik nefropatiyi promote eder. Bu nedenle propolis antiinflamatuvar etkisiyle artan NO ya da NOS inhibisyonu progresyonu önleyebilmektedir (11).
Yara iyileştirici etkisi
Ayak ülserasyonu tüm diyabetik hastaların en az %15’ini etkilerken travmatik olmayan ampütasyonların %50-70’inden sorumludur (7). Son yıllarda diyabetik ülser konusunda yoğunlaşılsa da amputayson oranı hala yüksektir ve artan morbidite ve mortalite ile
birleşmektedir. Bu nedenle diyabetik ülser tedavisi hala önemli bir klinik problemdir ve bu konuda tedavilerin artması beklenmektedir. İnsanlarda diyabette yara iyileşmesi gecikmektedir. Diyabette yara mikro çevresinde yer alan patojenik faktörler kalıcı inflamasyon ve bakteriyel kontaminasyon artmasından sorumludur. Muhtemelen proinflamatuvar sitokin ekspresyonunun artması sentetik ve degredatif yolaklar arasındaki dengeyi değiştirmekte, protein matriksinde akümülasyon azalması ile normal yara iyileşmesinde gerekli olan prosesler vaskülogenezis ile angiyogenezisin bozulmasına katkıda bulunmaktadır. Bu full-tickness kutan yara iyileşme diyabetik rat modelinde propolis normale yakın iyileşme sağlamıştır. Yapılan araştırmalarda diyabetik ratların yara tedavisinde propolisin epiteliyal kapanmayı açık bir şekilde hızlandırdığı belirlenmiştir. Bu kapanma hem in-vivo kalipper ölçümleriyle hem de ex-vivo histopatolojik olarak interepiteliyal mesafelerinin ölçümüyle ortaya konmuştur. İnterfoliküler mesafenin (yara sınırına en yakın kıl folikülleri arasındaki mesafe) diyabetik hayvanlarda propolis tarafından iyileştirilmesinin epiteliyal kapanma mekanizmasının yara kontrakisyonuna doğru olmadığını fakat reepitelizasyon yoluyla olduğunu göstermiştir (6).
Propolisin nötrofil sayısını normalleştirmesi
Streptozotosin (STZ) ile 8 hafta süreyle ardışık hiperglisemi oluşturulan rat modelinde yaralanmadan sonraki 12. günde yaradaki nötrofil sayısı yükselerek kalıcı inflamasyon oluşturulmuştur. Propolis bu diyabetik hayvanlarda nötrofil sayısını tamamen normalleştirmiştir. Bu etkinin antioksidan etkiye sahip propolisin diyabetik rat dermisindeki MPOa (myeloperoxidase)’yı inhibe ederek göstermesinden kaynaklanmış olabileceği bildirilmektedir. Araştırıcılar propolisin bu etkisinin antibakteriyel aktivitesine atfedilemeyeceğini çünkü propolisin bakteriyosidalden ziyade bakteriyostatik etki gösterdiğini ifade etmişlerdir. Nitekim söz konusu çalışmada hayvanlara parenteral antibiyotik verilmiş ve klinik olarak bakteriyel enfeksiyon belirlenmemiştir. Bundan başka ilginç bir şekilde diyabetik hayvanların yara dokusundaki prolifere olmuş hücre sayısı propolis ile normalleşmiş, nötrofil ve makrofaj infiltrasyonunun ise üstün normalizasyon gösterdiği tespit edilmiştir. Propolisin hücresel infiltratlar ve proliferasyon üzerine etkisi; hücresel infiltratların normalleşmesinin arkasından yara kapanma oranı arasındaki muhtemel mekanistik etkiyle bağlantılı olduğu görülmüştür. Propolis uygulaması rodentlerde diyabetik yaraların epitelizasyonu ve yara iyileşme oranını artırmış, nötrofil infiltrasyonunu azaltmış, yara dokusu makrofaj akışını normalleştirmiştir (7).
Propolisin nefropatiyi iyileştirici etkisi
Diabetes mellitus, mikrovasküler, makrovasküler ve vasküler olmayan komplikasyonlara sahiptir Diyabetik nefropati kalıcı albuminuri, glomerular filtrasyon oranında düşüş ve arteriyel kan basıncında yükselme ile karakterizedir ve bu durum kronik renal yetmezliğe sebep olmaktadır. Oksidatif stres diyabetik nefropatinin dahil olduğu çok sayıda hastalığın patogenezinde anahtar rol oynamaktadır. Yapılan araştırmalarda propolisin BUN, albümin ve kreatin üzerine olumlu etkileri ile birlikte oksidatif stresi azaltması bu yöndeki etkisini açıklar niteliktedir (11,14).
Maltaz aktivitesini inhibe ederek kan glukoz seviyesini baskılar
Hiperglisemi diyabet komplikasyonlarının temel sebeplerinden biridir ve glisemik kontrol komplikasyonlarının insidansını azaltır. HbA1c uzun süreli glisemik kontrol ve diyabetik komplikasyon riski için ideal bir indikatördür. HbA1c seviyesindeki % 1 artış kardiyovasküler problemlerin insidansında önemli bir artış sağlarken HbA1c seviyesindeki düşüş makro ve mikrovasküler hastalıkların riskinde % 10 azalma sağlamaktadır. Propolis maltaz aktivitesini inhibe ederek kan glukoz seviyesini baskılamaktadır (11,13).
Propolisin hepatorenal koruyucu aktivitesi
Propolisin diyabetik ratlarda hepatorenal koruyucu etkinliği araştırmalarla gösterilmiştir. Propolis aşırı MDA üretimini azaltarak ve mitokondriyel dokudaki solunum kontrol düzeyini restore ederek dokuları oksidatif hasardan korumaktadır. Yapılan araştırmalarda propolisin hepatorenal koruyucu aktivitesi onun antioksidan aktivite ile mitokondriyel solunum zincirindeki etkisine atfedilmiştir (10,11)
İnsülin seviyesini yükseltip glukagon seviyesini düşürmesi
Diyabet insanlarda yaygın ciddi bir metabolik hastalıktır. İnsülin yokluğu yada yetersizliği yada her ikisinin bir sonucu olarak hiperglisemi ile karakterize edilmektedir. Insulinopenia tip 1 diyabette oluşur ve kemik yoğunluğunun azalmasıyla birleşen düşük kemik hacmi durumudur. Diyabette oksidatif streste önemlidir. Propolisin hipoglisemik aktivitesi karbonhidrat alımını takiben kan glikoz seviyesinin artışını önleyen intestinal maltoz aktivitesinin inhibisyonuna atfedilebilr. Yapılan çalışmalarda propolis verillmesi plazmadaki insülin seviyesinin yükselmesi ve glukagon seviyesinin düşmesine neden olmuştur. Bu bulgu karaciğer tarafından glikoz çıkışının azalması periferal dokular tarafından glikoz alımının artması ile propolisin glisemik kontrolü sağlayabilmesi ile başarılmıştır. Propolis ile başarılan glisemik kontrol, periferik dokulardan glikoz alımının stimulasyonu, dolaşımda serbest bırakılmasının ihibisyonu yada midedeki azalmış glikoz absrobsiyonu ile olmaktadır (6,13,15). Propolisin bu etkisinin sebebi ya propolisin pankreasın beta hücrelerinde rejenerasyonu indükleme yeteneği yada beta hücrelerinin sonradan bozulumunu önlemesi nedeniyle olabileceği düşünülmektedir. Yine propolisin insülin seviyesini dışarıdan verilen insülin kadar yükseltmediği ancak, kan glikoz seviyesini kontrole yakın düşürdüğü belirlenmiştir. Bu durumda porpolis alımı karaciğerden glikoz salınımının inhibisyonuna sebep olmuştur ve /yada periferal dokularda insülin sensivitesini düzeltmiştir. Propolis verilmesi glukagon seviyesi düşürmüş insülin/glukagon oranını yükselmiştir. Yine karaciğerden glikoz çıkışındaki düşüş propolisin glisemik kontrolü sağlamasındaki en önemli mekanizmadır (13, 15).
Hiperglisemi ile ilgili kemik kaybının önlenmesi
Son yıllarda yapılan çalışmalar osteoblastogenesiste anabolik bir ajan olarak insülinin potansiyel bir rolü olduğunu açıklamaktadır (18). İnsülin ile birlikte yada tek başına propolis gruplarında Ca ve Mg değerleri hiç uygulama yapılmamış gruplara ve insülin verilen gruba göre yüksek bulunmuştur. Paratiroid hormon kemik kaybını indükleyen diğer önemli faktördür (hem kemik osteolizisi, hem de resorpsiyonu sırasında). Diyabetik ratlarda serum paratiroid homron yükselmesinin glikozüri ile birleşen Ca ekspresyonundaki azalma ve D vitamini eksikliğiyle ikincil olarak Ca absorbsiyonundaki azalmadır. Yapılan bir çalışmalarda propolisin kemik mineralleri üzerine önemli etkisi olduğu ispatlanmıştır, aynı zamanda kemik kitlesi üzerine STZ indüklü diyabetik ratlarda propolisin osteoklastogenezis’in zayıflamasına yol açan osteoklastlar üzerine inhibitör etki gösterdiği bildirilmiştir (19). Başka bir araştırmada ise giant hücrelerden osteroklast prekürsörlerinin birleşmesini içeren osteoklast maturasyonunun ileri basamaklarını inhibe ettiği bildirilmiştir (20). Diğer bir çalışma ise propolisin moleküler seviyede osteoklastlar üzerine çift etki gösterdiğini ve osteroklastogenezisi inhibe ettiği ve apoptozisi indüklediği rapor edilmiştir (21).Yapılan araştırmalarda hiperglisemi ile birleşen kemik kaybının önlenmesinde glisemik kontrolü sağlayan propolisin önemli rol oynadığı tespit edilmiştir. Özellikle çift doz propolis + insülin kemik mineralizasyonunu normal seviyeye getirmiştir. Bu nedenle propolis insülinle birlikte alındığında daha güçlü etki gösterdiği bildirilmiştir (22-24).
Grayanotoxinin etki mekanizması
Bütün hücrelerde membran boyunca potansiyel farkı (iç tarafta negatif) bulunmaktadır. Hücre dışı sıvıda sodyum (Na+) konsantrasyonu potasyum (K+) konsantrasyonundan 30-40 kat daha fazladır. İyonların hücre içi ve dışında eşit olmayan dağılımı ile lipofilik membranlardan hidrofilik iyon geçişlerinin iyon kanalları ile kontrol edilmesi, dinlenme membran potansiyelinin oluşmasını sağlar. Dinlenme sırasında sinir hücre membranının K+ geçirgenliği, uyarı durumunda ise Na+ geçirgenliği geçici olarak 600 kat artar. Bir akım veya ekzitatör nörotransmitter ile uyarılan sinirde membran potansiyeli (-70mV), eşik potansiyel değerine (- 45mV) azalır ve voltaja duyarlı Na+ kanalları açılır. Na+ hücreye alındığı zaman aksonal membrandaki komşu bölge depolarize olarak uyarılır ve Na+ kanallarının açılması sağlanır. Na+ girişi ile membran potansiyeli pozitif (+30 mV) olur ve aksiyon potansiyeli akson boyunca yayılmaya başlayarak en uç noktaya kadar iletilir ve bir diğer sinir hücresine aktarılır. Sodyum kanalları aksiyon potansiyelini başlatan sodyum permeabilitesinde voltaja bağımlı artıştan sorumlu transmembran proteinleridir (37).
Sodyum kanalları β1 β2 ve β3 alt birimleriyle birlikte 260 kDa luk α alt ünite içeren bir pora sahiptir. Bu α alt ünite her biri 6 transmembran segmenti ile internal ve eksternal polipeptid lopları ile bağlantılı bir girinti segmenti içeren (S1-S6) 4 homolog domeyn içerir (I-IV) (38). S4 segmenti pozitif yüklüdür ve elektrik alanının etkisi altında dışarı taşıyan sodyum kanallarının voltaja bağımlı aktivasyonunu başlatan voltaj sensörü olarak iş görür. İnaktivasyon ise III ve IV domeynleriyle bağlantılı kısa intraselüler düğüm aracılığıyla olmaktadır. S5 ve S6 arasındaki membran düğümleri porun dış bölgesini ve iyon seçici filtreyi oluşturur (39).
Sodyum kanalları spesifik reseptör bölgelerine bağlanarak kanal fonksiyonunu güçlü bir şekilde değiştiren çeşitli nörotoksin grupları için, moleküler bir hedeftir. Farklı nörotoksinler kullanılarak voltaja bağımlı sodyum kanalları üzerinde 6 farklı reseptör bölge tanımlanmıştır. Nörotoksinler reseptör bölgedeki lokasyonları ve fonksiyonel etkilerine bağlı olarak 3 e ayrılmaktadır: por bloke eden toksinler, membrana gömülü reseptör bölgelerindeki geçişi etkileyen nörotoksinler, ekstraselüler reseptör bölgelerinden geçişi etkileyen toksinler. Yağda çözünebilir özellikte grayanotoksinler (Ericaceae familyasında Rhododendronlar ve diğer üyeler), veratridine alkoloidleri (Liliaceae familyasında), acotinine (Acotinum napellus bitkisinden) ve batrachotoxin (Kolombiya kurbağası Phyllobates aurotaenia derisinden) reseptör bölgesi 2 ye bağlanırlar. Bu toksinler tercihen sodyum kanalları aktive olmuş durumdayken bağlanır ve sodyum kanalı inaktivasyonunun blokuna yol açan allosterik bir mekanizmayla dinlenme membran potansiyelinde kalıcı aktivasyona sebep olur ve daha çok negatif potansiyel için aktivasyonun voltaj bağlılığını değiştirirler (40). GTX, Na kanalına yalnızca açık durumda bağlanırken, BTX'in yavaş inaktive edilmiş Na kanallarını değiştirebildiği ve veratridinin voltaja bağlı modifikasyon sergilediği rapor edilmiştir (41). Nörotoksinlerin sodium kanalları üzerine moleküler mekanizması üzerine çalışmalar bu durumun por bloku, geçişin indirek allosterik modülasyonu ve voltaj sensörü tuzaklama şeklinde olduğunu göstermiştir (42). Sodyum kanallarının 2 ve 5 nörotoksin reseptör bölgelerinde iş gören yağda çözünür toksinler, kanal fonksiyonunun allosterik modülatörleridir. Bu toksinler por yada voltaj sensörlerinden farklı bir bölgeye bağlanırlar ve indirek allosterik interaksiyon boyunca sodyum kanallarının açık durumda olmasını destekler. Toksinler sodyum kanallarının kalıcı aktivasyonun sağlanmasında kısmen ya da tamamen agonist rol oynar ve bu etki allsoterik bir modele kantitatif olarak uyum sağlar. Bu modelde toksinler aktive olmuş sodyum kanallarına yüksek afinite göstererek bağlanırlar ve böylece aktive olmuş duruma yönelik konformasyonel dengeyi değiştirirler. Bunu destekleyen bir başka görüşe göre ise;, bu toksinlerin pleiotropik etkileriyle ilgilidir; aktivasyonun negatif yön değiştirmesi, inaktivasyonun bloku ve bazı durumlarda iyon geçirgenliğinin değişmesi şeklindedir. Yukarda bahsedildiği gibi bu toksinler sodyum kanallarının transmembran segmentlerinden oluşan
reseptör bölgelerine bağlanırlar. Bağlanma olduğunda, bitişik homolog domeynler arasında olduğu gibi homolog domeynlerde de transmembran segmentlerinin interaksiyonlarını değiştirir bu da voltaj bağımlı aktivasyonun, onun inaktivasyona bağlantısına ve bazı durumlarda iyon geçişinin değişmesiyle sonuçlandığı tahmin edilmektedir (43, 44).
Grayanotoxin içeren Rhododendron türleri
Rhododendron cinslerinin kimyasal yapısının incelendiği bir derlemede R. molle (GTX I ve III), R. decorum (GTXI,IV ve XXI), R. yedonense (GTXI), R. brachycarpum (GTX I), R. prezwalskii (GTXI) ve R. oveodoxa (GTX I ve IV) (45), R. simsii (GTXI) (46), R. thomsonii (GTX I) ve R. maximum ile R. aureum (GTX I) (47) içerdikleri belirlenmiştir. Bu nedenle Rhododendron cinsine ait bu türlerin intoksikayon için potansiyel oldukları bildirilmektedir.
Deneysel çalışmalar
Hikino vD. (1976) Ericaceae familyası bitkilerinde bulunan 36 toksinin farelerde toksitesini çalışmışlardır (48). Bunlardan LD50 değeri 1 mg/kg i.p. den küçük olanlar; asebotoxin III rhodojaponin III, asebotoxin I, deacetyllyoniatoxin, rhodojaponin V, grayanotoxin IV, ve grayanotoksin III (azalan toksiteye göre) olarak tespit edilmişitr. Toksinlere farelerin gösterdiği reaksiyonlar çok farklı bulunmamıştır, bunlar; torsiyon, spazm, başın arkaya doğru çekildiği torticollis durumu (retrocollis) ve çeşitli derecelerde lokomotif ataksia olarak rapor edilmiştir (48).
Rhododendron bitkilerinde bulunan ana toksik bileşik grubu kollektif olarak grayanotoksinlerdir ve ilk defa Plugge ve de Zaayer tarafından 1889 yılında izole edilmiştir
(49). Bu toksinler aynı zamanda andromedotoksin, asetilandromedol ve rodotoksin olarak adlandırılmaktadır (50). Günümüze dek, 18 GTX rapor edilirken rhododendronda bulunan temel toksik bileşikler grayanotoxin I (GTX I), grayanotoxin II (GTXII) ve grayanotoxin III (GTX III) tür. Toksisite bakımından GTX III >GTXI>GTXII dir (50). GTX ler hücre membranındaki sodium kanallarını bloke ederek aksiyon potansiyelinin geçişine engel olan nörotoksinlerdir. GTX I ve GTX III bunun için ideal form iken GTX II değildir. Rhododendrondaki temel toksik izomer grayanotoxin III (GTXIII) iken diğer toksinler grayanotoxin I ve grayanotoxin II daha düşük miktarda bulunurlar. GTXI de toksik iken GTX II daha az toksiktir. (50). Farelerde. i.p. LD50 değerleri GTX I için 1.28 ve GTX III için 0.908 mg/kg bulunmuştur. GTX II ise farelerde toksik bulunmamış LD50 değeri 4 mg/kg olarak tespit edilmiştir (51).
Ericaceae familyası bitkilerinde bulunan 36 toksinin farelerde toksitesini çalışılmıştır. Bunlardan LD50 değeri 1 mg/kg i.p. den küçük olanlar; asebotoxin III rhodojaponin III, asebotoxin I, deacetyllyoniatoxin, rhodojaponin V, grayanotoxin IV, ve grayanotoksin III (azalan toksiteye göre) dir. Bu toksinler 20 g ağırlığındaki farelere 1 ml süspansiyon halinde enjekte edilmiştir. Toksinlere farelerin gösterdiği semptomlar çok farklı bulunmamıştır; torsiyon, spazm, başın arkaya doğru çekildiği torticollis durumu (retrocollis) ve çeşitli derecelerde lokomotif ataksia. İncelenen toksinler arasında en basit yapıya sahip olanın grayanotoksin III olduğu bildirilmiştir. (48). Bazen isimlendirmede karışıklık yaşanmaktadır. GTX I için andromedotoxin, acetylandromedol ve rhodotoxin kullanılırken GTX II (Δ10(18)- andromedenol, anhydroandromedol) ve GTXIII (andromedol) olarak isimlendirilmektedir ve bu bileşikler Ericaceae familyası bitkilerinden izole edilmektedir (52, 53). Köpekler üzerinde yapılan bir çalışmada ise, GTX II nin herhangi fizyolojik bir etkiye sahip değilken, GTX III ün hipotensif etkisi gözlenmiştir (54).
Nishikawa vd. (1989) tarafından GTX III ratlara 0.8 ile 2.8 mg/kg dozda verilmiştir. Ratlara GTX III verildikten bir saat sonra karaciğer ve böbrek fonksiyonları için serumda biyokimyasal testler ile bu dokularda patolojik gözlemler yapılmıştır. GPT (glutamic- pyruvic transaminase), guanaz ve lösin aminopeptidaz aktiviteleri, total protein, 163lbümin, kreatinin,
urik asit, ve K konsantrasyonları önemli oranda artmıştır. Kolin esteraz aktivitesi ile bilirubin, üre, lipoperoksid, kolesterol, trigliserid, Na ve Cl konsantrasyonları önemli oranda farklılık göstermemiş, ratların karaciğer ve böbrkelerinde patolojik değişiklikler gözlenmemiştir (55).
Yapılan bir araştırmda i.p. LD50 değerleri (%95 güven aralığında) GTX I için 1.28 (1.11- 1.49) GTX III için 0.908 (0.805-1.03) ve GTX II için 4 mg/kg bulunmuştur. Ölüm GTX I ve III alımından 20 dk içinde görülmüş, gözlenen klinik semptomlar; nefes darlığı, peryodik kolonik konvulsiyon, lordoz, paraliz ve sedasyondu. Ölüm ise solunum yetersizliği sebebiyle gerçekleşmiştir. Solunumun durmasından sonra otopsi yapılan hayvanlarda ventriküler fibrilasyon görülürken, GTX II nin toksik etkisi gözlenmemiştir (51). GTX-II nin mitojenik etkisinin incelendiği araştırmada, 10-3 ve 10-4 M konsantrasyonda kültüre alınmış insan lenfosit kültürlerinde test edildi. (Kontrol Mİ: 6.01±1.97, 10-4 GTXII Mİ: 7.02 ±2.00 ve 10-3 GTXIII Mİ: 9.76±1.97 bulundu). Bu araştırmada kültüre alınmış insan lenfositlerinin mitotik aktivitesi üzerine GTX-II stimüle edici etki göstermiştir ve bu etki potasyum iyonlarının voltaj kapısından dışarı hareketinin blokajına atfedilmiştir (56). Başka bir araştırmada ratlara 3 ay boyunca her gün birinci gruba 0.075 mg/kg GTX-I ikinci gruba 0.15 mg/kg GTX-I ve üçüncü gruba SF verilmiş 3 ayın sonunda idrar (urin) analizi (lökosit, ürobilinojen, protein, pH, kan, keton, glukoz, nitrit) seviyelerine bakılırken, sakrifiye edilen ratlardan alınan kan örneklerinde GPT (glutamic pirüvik transaminaz), γ-GT (γ glutamil transferaz), LDH (laktat dehidrogenaz izoenzimleri, transferrin, ceruloplasmin, ve total protein konsantrasyonları belirlenmiştir. Araştırma sonucunda GTX lerin zayıf subkronik toksite oluşturduğu bilgisine benzer şekilde
(57) iki farklı dozda GTX akut bir etkiye sahip bulunmamış, kronik GTX alımı vücut ağırlığında azalma, proteinuria, hematuria, yüksek GPT ve LDH seviyelerine sebep olurken, yüksek doz GTX grubunda 2 ratın ölmesi kronik GTX alımının genel toksik etkisi olarak görülmüştür. Araştırmada kronik GTX-I alımı azalmış serum total protein seviyesi ile birlikte proteinüri ve hematuri ile karaterize edilen nefrotoksite ile düşük ürin keton cisimcikleri ile serum GPT ve LDH4 aktivitelerinde yükselmeyle karakterize edilen hepatotksiteye neden olmuştur. Ancak histopatolojik bir değişiklik gözlenmemiştir (58). Kurbağalar üzerinde yapılan bir araştırmada ise araştırıcılar GTX-I içeren deli balın kasılma gücündeki azalmayı önleyerek kas yorgunluğunu geciktirdiğini belirlemiş ve bu etkiyi intraselüler kalsiyum konsantrasyonundaki artışla açıklamışlardır (59). Ratlarda yapılan bir başka araştırmada kontrol grubuna SF verilirken 2, 3 ve 4. Gruplara 200, 400 ve 800 ug/kg GTX-III verilmiş, GTX-III enjeksiyonundan sonra kan basıncı ve kalp atışı elektrofizyolojik data kazanma sistemi kullanılarak kaydedilmiştir. GTX-III alan gruptaki hayvanlar GTX III enjeksiyonundan sonraki deneysel periyot boyunca hipotensif atak (90 dakikalık deneysel periyot boyunca ortalama 4 hipotensif atak) geçirmiştir. GTX-III grupları arasında hipotensif atak sayısı bakımından doza bağlı önemli farklılık gözlenmemiştir. Araştırma zehirlenmenin şiddeti ile sindirilen toksin miktarı arasında korelasyon olduğunu göstermiştir (60).
Ratlarda bradikardiyi indüklemesi ve solunum depresyonu oluşturmasıyla GTX in solunum sistemi, merkezi sinir sitemi, ve periferal sinir sitemi üzerine etkili olduğunu göstermiştir. Aynı çalışmada GTX in bradikardiyak etkisi bilateral vagotomy ile gösterilmiş, bradikardinin etkisinin nervus vagus ve onun ekstansiyonu üzerine olduğu bildirilmiştir. Ayrıca GTX zehirlenmesinin bradikardi ve solunum depresyonu nonspesifik antimuskarinik bir ajan olan atropin verilmesiyle düzelmiştir (61).
Araştırmacılar kasılmaların nöronal uyarım üzerine GTX in direk etkisi mi yoksa hipotansiyonla birleşen hipoksianın bir sonucu mu olduğu sorsuna cevap aramışlardır. Epileptiform aktivite modelinde GTX epileptiform aktvitede ani artan (spike) frekans ve amplitüdte düşüşe sebep olmuştur (62).
Ventromedial hipotalamus (VHM) taki nöronlar vücut homostazisi ve davranışların regüle edilmesinde önemli rol oynar. Özellikle VHM nöronları otonom sinir sisteminin aktivitesini kontrol eder. VMH nöronları hem γ-amino butirik asit (GABA)-erjik hem de
Arılar kovana taşıdıkları polenlerin bir kısmını petek gözleri içerisinde depolarlar. Bu depolama esnasında polenler laktik asit fermantasyonuna maruz kalır ve oldukça değerli fermente bir ürün ortaya çıkar. Glikoz oksidaz enzimince de zengin olan bu ürün arı ekmeği (perga)olarak bilinir ve arı larvalarına veya arı sütü üretecek olan genç işçi arılara yedirilir. Buradan da anlaşılacağı üzere oldukça değerli olan arı sütünün arka planında fermente olmuş polenler yatmaktadır (13,14).
Arıcılar polen akışının yoğun olduğu dönemlerde kovan girişlerine kurdukları özel tuzaklarla polenlerin bir kısmını alırlar ve bir arı ürünü olarak değerlendirirler. Fazla miktarda polenin tuzaklarla alınması kovanda düzeni bozar ve bal verimi de düşer. Polen çekmecelerinde biriken polenler iklim koşullarına ve nem içeriğine bağlı olarak kısa sürede boşaltılır, 42° C’nin altındaki sıcaklıklarda, gölge bir ortamda nemi uzaklaştırılır ve %8’in altına düşürülür. Elenir, temizlenir, ambalajlanır ve soğuk ortamda muhafaza edilir. Eğer polenler kurutulmadan saklanacaksa elenerek temizliği yapılan polenler buzdolabı sıcaklığında veya dondurularak saklanır, insan gıdası olarak ya da arı beslenmesinde kullanılmak üzere değerlendirilir. Son yıllarda polen ambalajlanmasında modern ambalajlama yöntemleri (ışınlama, modifiye atmosfer vb…) de kullanılmaktadır (2,14,15).
Polenin içeriği
Polen oldukça küçük hücrelerden oluşmasına rağmen pelet halinde birkaç mm boyuta kadar ulaşabilmektedir. Polen tanelerinin çoğunluğu sert ve dayanıklı dış katmanlara (ekzin ve intin) sahiptir. Bu katmanlar sebebiyle polen zor sindirilme ya da sindirilememe özelliği gösterir. Polenlerin biyoyararlılığının arı ekmeğine göre düşük olmasının bir sebebi de bu tabakalardır. Ancak polenlerde var olan ince gözenekler polen içerisindeki bileşenlerin ekstrakte olabilmesine ve içindeki çözünür bileşiklerin sindirimine olanak sağlar ve biyolojik açıdan faydalı bileşenlerin alımını kolaylaştırır (2, 14, 16, 17,18).
Bilimsel yazınlarda polenin içeriğine dair birçok çalışma yapılmış ve ortalama değerlerle içerik verilmiş olmasına rağmen polenlerin kompozisyonu orjinine göre değişim göstermektedir. Hatta arıcının kovandan topladığı bir karışımda bile yüzlerce çeşit polenin olduğu düşünüldüğünde verilen değerlerin sapacağı oldukça açıktır. Bununla birlikte kovandan tuzaklanan polenlerde pelet halinde polen türlerinin ayrılması ve türe göre içerik belirlemesi yapılan çalışma sayısı da azdır. Bu bilgiler göz önüne alınarak yapılan çalışma sonuçları değerlendirildiğinde polenlerin önemli miktarda su, indirgen şeker (25-40%), protein (5-12%), lipitler (4-6%), mineral madde (2-3%), nişasta (0-3%) ve biyoaktif maddeler içerdiği görülmektedir. Bu kaba içeriğe ilaveten polende esansiyel amino asitler (fenilalanin, lösin, valin, izolösin, arginin, histidin, lizin, metiyonin, treonin ve triptofan), B grubu vitaminlerinin tümüne ek olarak C, D, E vitaminleri, hormonlar, enzimler, koenzimler, pigmentler (a-karoten,
b-karoten, likopen ve ksantofil vb…) ve nükleik asitler bulunduğu bildirilmiştir. Lipitlerlerden yağ asitleri (başta palmitik asit, miristik, linoleik, oleik, linolenik, stearik asitler vb.), steroller, mono-, di- ve trigliseridler boldur Polenin mineral madde içeriği ortalama %0,1-6 P, %0,15-1,1 K, %0,1-0,5 Ca, %0,1-0,35 Mg, %0,15-0,8 Na ‘un yanı sıra Mn, Zn, Cu gibi minerallerdir (2,15,16,19-24).
Polenin değeri içeriğinde oldukça az miktarda bulunan biyoaktif bileşenlerden kaynaklanmaktadır. Bu bileşenler içerisinde en önemlileri fenolik bileşenlerdir. Fenolik bileşenler; fenolik asitler, flavanoller, flavanoidler, antosyaninler, kalkonlar gibi maddeleri içeren, yapıda fenol bulunduran sekonder metabolitler olup çoğunlukla bitkilerin stres koşullarında kendilerini her türlü zararlı etkiye ve saldırılara karşı savunmak için ürettikleri bileşiklerdir. Bu maddelerin şimdiye kadar tespit edilmiş birçok biyoaktif fonksiyonu (antioksidan, antimikrobiyal, antifungal, antiradikal, antihipertansif, antialerjik, vb.) mevcuttur. Yapılan çalışmalarda polenlerde tespit edilen fenolikler ağırlıkla flavonoidler olup türe göre
değişim göstermekle birlikte başlıcaları kafeik asit, gallik asit, protokatekuik asit, p-OH benzoik asit, klorojenik asit, p-kumarik asit, ferulik asit, kuersetin, kaemferol, galangin, izorhamnetin, krisin, kafeik asittir. Bu bulgular farklı ülke polenlerinde ve farklı orijinlerde oldukça geniş bir aralıkta salınım göstermektedir (25-32).
Piyasadan toplanan polenler üzerinde yapılan bir çalışmada örneklerin B grubu vitaminlerinden tiamin (B1), riboflavin (B2), nikotinik asit (B3), pridoksin klorür (B6), folik asit ve siyanokobalamin (B12) vitaminlerini içerdiği yüksek performanslı sıvı kromatografisi (HPLC) ile tespit edilmiş ve arı polenlerindeki B1, B2, B3, B6, folik asit ve B12 vitaminlerinin miktarları sırasıyla 36-72,24μg/g, 77-110 μg/g, 85- 158 μg/g, 27- 87 μg/g, 107-225 μg/g ve 0,22-0,5 μg/g arasında bulunmuştur. Polene dair yapılan aromadan sorumlu uçucu bileşenlerin tespitine yönelik bir çok çalışmada polenler değiştikçe aroma profilinin değiştiği ve oldukça zengin bir içeriğe sahip olduğu bulunmuştur (6).
Polenin diğer gıda maddelerine kıyasla beslenmedeki önemini tespite yönelik yapılan bazı araştırmalarda sığır eti, kızarmış tavuk, pişmiş fasulye, kepekli ekmek, elma, çiğ lahana ve domates gibi gıdalara göre kalori içeriği temelinde karşılaştırıldığında polenin daha zengin olduğu tespit edilmiştir. Protein ve mineral içeriği bakımında sığır eti ve fasulye ile kıyaslanabilecek miktarlarda iken, tiamin ve riboflavince bu ürünlerin on katından fazla ve niasin içeriği bakımıdan da birkaç katı daha fazla olduğu tespit edilmiştir. Ancak bireyler poleni sınırlı miktarlarda, oldukça az tükettiği için polenle diyette almamız gereken makro besin element miktarlarına erişmemiz mümkün değildir. Buna karşın az miktarda alınan polenlerin beslenmeye yararlı olduğu, bunun sinerjik etkilerden kaynaklanacağı, diğer besinlerin emilimini artırdığı belirtilmektedir.
Bilimsel literatürde karşılaşılan ve polenlerin kompozisyonuna dair yapılmış çalışmalarda polenlerin gerek makro bileşen içerikleri gerekse minör madde içeriklerinin polenin toplandığı bitkinin türü, yetişme ortamı, toplanma mevsimi ile polenin toplanma ve muhafazasındaki yöntemlere göre değişim gösterdiği tespit edilmiştir.
Polenin apiterapötik değeri
Polen nisbeten az bulunan, ekonomik değeri yüksek olan ve doyumluk tüketilemeyen, öğünsel tüketimde az miktarlarda tüketilen bir gıda maddesi/gıda takviyesi olarak kabul edilmesine rağmen gerek alternatif tıpta gerekse son yıllarda modern apiterapide ön plana çıkan özellikleri poleni takviye edici bir gıda maddesinin çok daha ötesine taşımıştır.
Polenin kompozisyonunda da kısmen ifade edildiği gibi yapısında bulunan makro besin öğeleri (karbohidrat, protein, lipit vb…) dışında az miktarda bulunan biyoaktif bileşikler polenin apiterapötik değerini ortaya koymaktadır. Yapılan bilimsel araştırmalar incelendiğinde in vitro çalışmalarda polen ekstraklarının oldukça yüksek antioksidan aktivite gösterdikleri, pek çok patojen mikroorganizmaya karşı antimikrobiyal aktivite gösterdikleri, lipid peroksidasyonu inhibe ettiklerii, oksidan özelliğe sahip ve kanserojen olduğu bilinen pek çok serbest oksijen radikalini temizledikleri, antioksidan enzimlerin aktivitelerini stimule ederek, intraselluler oksidatif stresi azaltarak, nitrik oksit ve peroksit radikalleri de direkt olarak temizleyerek etkili oldukları rapor edilmiştir. Bunlara ilaveten insan ve hayvanları X ışınlarının zararlı etkilerinden koruduğuna, prostat sorunlarının tedavisinde etkili olduğuna, alerjik durumların duyarsızlaştırmasında etkili olduğuna dair verilere bilimsel çalışmalarda rastlanmaktadır (21- 23,25, 27-34 ).
Yine in vivo hayvan deneylerinde polen ekstraklarının karaciğer hasarını önlediği, karaciğeri toksik etkilere karşı koruduğu, oksidatif stresi azalttığı, pestisitlerin toksik etkisini azalttığı, anti alerjenik etki gösterdiği ve deney hayvanlarında kilo artışı sağladığı belirtilmektedir (14,35).