Ölümden niye kaçar ki insan? Yok olmak kaygısı olmalı sebebi değilmi! Oysa ölüm yaşamın sonu değil, sonucudur. Ayrıca yaşamla ölümün yolları hiç kesişmez. Çünkü Lucretius’un dediği gibi; “De rerum natura”; yani “ben varken o yoktur, o geldiğinde ben olmayacağım.” Herkes bilir Cahit Sıtkı Tarancı’nın şu dizelerini;
“Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?
N’eylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanmadın olacak.
Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak.
Taht misali o musalla taşında.”
Bütün satırlarda hissettirmiş şair, ölümle geldiği düşünülen yokluğun hüzünlü yüzünü. Yaşamda her şeyi kıymetli yapan bir sonu olması değil midir? En güzel aşkların, en güzel akşamların ve en güzel anların bir sonu vardır. Bedenin sonu ölümdür ve ölüm geride kalanlarda derin bir acı yaratır. Bu acıya verilen tepki yas olarak tanımlanır. Yas kayba dair verilen duygusal bir cevaptır ve doğal bir tepkidir. Kayıplar yalnızca ölümü içermez. İnsanın doğumu bile bir kayıpla başlar aslında. Sıcacık anne karnını, plasentayı bırakıp bilmediği, kendini korunmasız ve yabancı hissettiği dünyaya doğmakla başlar ilk kaybı insanın. Aileden ilk ayrılış, yaşadığı şehirden başka bir şehre ilk gidiş, evlenmek, boşanmak, âşık olduğun kişiden ayrılmak; hepsi bir kayıptır. Ardı başka yaşamlara kapı aralasa da yaşanırken acı verirler; tıpkı bebeğin doğumu gibi.
İnsanın yaşam serüvenindeki en acı kayıplardan biridir ölüm. Bu nedenle kolay olmaz kabullenme sürecine ulaşmak. Kaybedilen kişiyle bağın yakınlığına göre yasın tamamlanma süresi de değişir. Aynı evi paylaşan ve aralarında güçlü bir sevgi bağı olan ilişkilerdeki kayıpların yas süresi üç aydan altı aya kadar değişebilse de bir yıla kadar sürmesi normal kabul edilmektedir. Bu sürenin sonunda artık yas tutan kişide bir kabulleniş hissetmesi beklenir. Kabullenme evresi bir kaybın ardından tutulan yasın son evresidir ve bu evrede yas tutan kişinin kaybedilen kişiyi artık rahatsızlık duymadan hatırlaması beklenir.
Bilim insanları yas sürecindeki kişinin yaşadığı ilk evrenin inkâr evresini olduğunu ifade ederler. “Hayır, hayır bu benim başıma gelmiş olamaz”, “inanmıyorum, mümkün değil”gibi tepkilerin verildiği şok evresidir bu. Bu evrede geçen sürenin uzaması psikolojik bir hasara, benlik bütünlüğünün bozulmasına yol açar. Bu dönemin fazla uzaması sağlıklı yas sürecinin patolojik yasa dönüşmesine sebep olur ki kimi vakalarda inkarın yıllarca sürdüğü görülmüştür. Bu gibi durumlarda kişinin hayati bütün kararlarını ve yaşamını olumsuz etkilediği söylenebilir. Yasın ikinci evresi ise “Neden bu olay benim başıma geldi”gibi tekrarların olduğu, ancak içten içe gerçeğin kabul edilmeye başlandığı öfke evredir. Bu evrede kişi öfkeyle beraber kendini suçlama, pişmanlık gibi duyguları çok yoğun yaşar. Ardından gelen evre ise pazarlık evresidir. Özellikle ebeveynini kaybeden çocuklardan duyulan, “söz, annem geri gelsin onu bir daha hiç üzmeyeceğim”ifadesi bu evreyi tanımlamak için kâfi bir örnektir. Ancak ne kadar pazarlık yapılsa da giden gelmeyecektir. Yas tutana kalan ise sonraki evre olan depresyondur. Bu evre acının gerçek manada yaşandığı, “O öldü ve artık geri gelmeyecek”gerçeği ile yüzleştiği, bu gerçeğin kabullenişiyle içe kapanma, yalnızlaşma ve derin üzüntü gibi duyguların yaşandığı bir süreçtir. Bu sürecin ardından kişinin geldiği nokta kabullenme evresidir. Gidenin yasını tutmuş kişi artık onun hakkında konuşulmasından rahatsızlık duymaz, onu zaman zaman anar ve onun için kalıcı bir şeyler yapma çabası gösterebilir.
Geride iz bırakmış insanların hayatlarına bakıldığında önemli kayıplar yaşadıkları görülür. O kayıpların ardından tutulan yaslardan, dönüşerek çıktıklarının göstergesidir bu izler. Tamda burada Kübler Ross’un bir sözüne kulak vermek ne kadar isabetli olur: “Tanıdığım en güzeli insanlar yenilgiyi, acıyı, mücadeleyi ve kaybı yaşamış olan ve diplerden çıkış yolunu kendileri bulmuş insanlardır. Bu kişiler, yaşama karşı geliştirdikleri kendilerine has takdir direniş duyarlılık ve anlayışla, şefkat, nezaket, bilgelik ve derin sevgiden kaynaklanan bir ilgi ve sorumlulukla doludur. GÜZEL İNSANLAR ÖYLECE ORTAYA ÇIKMAZLAR; ONLAR OLUŞURLAR.”