Hasta olma korkusu ve hastalık takıntısı

Hasta olma korkusu ve hastalık takıntısı

İnsanlık çok eski zamanlardan beri psikolojik sıkıntılarına çare üretme çaba ve uğraşı içerisindedir. Bu çaba kimi zaman hasta olan kişinin ruhunu kötü ruhların ele geçirildiği düşünülüp dini ritüellerle oldu, kimi zaman insan vücudundaki bir takım salgıların etkili olduğu düşünüldü. İnsanoğlunun kendi ruhsal yapısıyla ilgili anlam arayışı hep varoldu ve bundan sonra da varolacak. Modern ve bilimsel manada insan ruhunu anlamak ile ilgili çalışmalar 19. yüzyılda hız kazandı ve bu manada son 150 yılda birçok psikoloji kuramı ortaya çıktı. (Sigmund Freud ortaya koyduğu “Dürtü-Çatışma Kuramı” ile Psikoloji Bilimi’nin kapılarının insanoğluna açılmasında başlı başına bir dönüm noktası olmuştur.) Şu an dünyada 400’ün üzerinde psikoterapi yöntemi olduğu düşünülmektedir. Her kuram kendi baktığı pencereden psikolojik hastalıkları izah etmeye çalışmakta ve buna göre tedavi yöntemleri ortaya koymaktadır. Değişen ve gelişen psikoterapi kuramlarına paralel olarak psikolojik sıkıntıların yapısı ve içeriği de çağa uygun olarak değişmektedir. İnsanlar artık sorunlarının nedenlerini var olan bilgiye ulaşma kaynaklarıyla anlamaya çalışmakta, ancak nedenleri bilmek sorunu çözmekte tek başına yeterli olmamaktadır. Bu rahatsızlıklardan bir tanesi de “Hastalık Takıntısı”dır. Bu takıntı türünde insanlar vücutlarında bir hastalığın olduğunu hissetmekte ve bu hastalığın çözümü için doktor doktor dolaşmakta, birçok tahlil yaptırmaktadır. Mesela öksürme şikayeti baş gösterir ve kişide “Acaba akciğer kanseri mi oldum?” düşüncesi hasıl olur. Doktora başvurur, birçok tahlil yapılır, röntgen filmi çektirir, sonuç olarak doktor ona akciğer kanseri olmadığını söyler. Kişide bir rahatlama olsa da bu rahatlama 15-20 gün ancak devam eder ve sonrasında zihni kemiren aynı düşünce tekrar ortaya çıkar. Bu süreç bütün hastalıklar için düşünülebilir; AIDS, beyin kanaması… Kişi bunlar için sürekli şüphe halindedir ve sürekli tahlil yaptırır. Yapılan tahliller temiz çıksa dahi bu sefer de “kesin tahlil yapılan makine bozuktu.” Gibi düşünceler ortaya çıkar. Kişi bu duygu ve düşünceleriyle ilgili birçok hekime başvurur ve bu başvurduğu hekimlerden biri bu sorunun psikolojik olabileceğiyle ilgili geri bildirimde bulunur. Bu çoğunlukla kafa karıştırıcı bir cevaptır. Ne demektir hastalık düşüncesinin psikolojik olması? Kişiye göre problemi fizyolojiktir ve tüm bu kafa karışıklığı ile bir umut bir ruh sağlığı profesyoneline başvurur. Hasta terapiste gelir ve ilk seansta ilk söylediği şeylerden biri “Benim başka bir problemim yok sadece hasta mıyım değil miyim bana onu söyleyin.” Sürekli bunu sorarak içindeki takıntılı düşünceyi rahatlatmak ister. Yani günlük hayatında yaşadığı örüntü seans odasında da devam etmektedir. Eğer ki sadece hastaydı değildi meselesi üzerine konuşulur ise bu takıntının düzelme olasılığı yok denecek kadar azdır. Çünkü altta yatan mekanizma duygularla, çocukluk çağı yaşantıları ve anılarla alakalıdır çok büyük ihitmalle. Yani buzdağının görünen yüzüne takılmadan suyun altında kalan kısmına odaklanmak gerekir, sivrisinekleri öldürmek bataklığı kurutmaz. Peki nedir bu problemin kaynağı olan mekanizma, nedir bu örüntünün devam etmesini sağlayan esas neden? Meselenin tam ortasından, merkezinden başlayarak diyebiliriz ki bu takıntıyı oluşturan bir “temel duygu” vardır ve takıntı aslında bu temel duyguyu gizleyen belirti işlevini görmektedir. Örneğin; diyelim ki kişinin kanser olmakla ilgili korkusu mevcut. Biz kanser olup olmadığı üzerine odaklanırsak büyük resmi kaçırırız, karşımızdaki insana da faydamız dokunmaz. Bir süre onun kaygılarını dinledikten sonra mesela “Kanser olsanız ne olur?” gibi kısa net bir soruyla başlayabiliriz. Muhtemelen cevap “Ölürüm.” olur. “Ölseniz ne olur?” diye devam edip devamlı daha derine daha derine doğru kişiyi yönlendirebiliriz. Çünkü bu kısa sorular insanda sağ beyni aktif hale getirmeye ve dolayısıyla bilinçdışında yatan duyguları canlandırmaya yarar. Kişi zaten günlük yaşantısında kanser olup olmadığıyla ilgili her yerde bu korkusunu dile getirir. Seansta da sadece bunun üzerine odaklanmak bu örüntünün devamını sağlar. Peki genel olarak duygularımız ve “temel duygu” dediğimiz duygu ruhsal yapımızda nasıl oluşmaktadır , duygularımızı yaşama şeklimizi beynimiz nasıl öğrenir bunu kısaca açıklamakta yarar görüyorum. Örneğin hissettiğimiz duygu yalnızlık olsun. Birincisi bu yalnızlık gerçekten bizim hissettiğimiz yalnızlık olabilir. Mesela annemiz evden dışarı çıktığında, pazara giderken, komşuya giderken, hastaneye giderken… evde sürekli bizi bir başımıza bırakmıştır. Bu bizim direkt olarak yaşadığımız ve bize ait olan bir yalnızlık duygusudur. Ve yetişkinlikte bugün de bilinçdışımız yalnızlık duygusunu “hasta olma korkusu”nun altına gizlemiş olabilir. Yani örneğin kanser olma korkusu, o yalnızlık duygusundan uzak durma isteğinin bir belirtisi olabilir. İkincisi, bu yalnızlık direkt bize ait değildir de biri gelip sürekli yalnızlığını bize yüklemiştir. Örneğin babamızla sürekli anlaşmazlık yaşayan annemiz bizim çocuk olduğumuza aldırış etmeden babamızın onu ne kadar yalnız bıraktığından bahsetmiştir, dert yanmıştır. Hatta sözel olarak bundan bahsetmese bile bakışları ile bize ne kadar yalnız ve çaresiz olduğu duygusunu yüklemiştir. Üçüncüsü de nesiller arası engellenemeyen bir duygu aktarımı olabilir. Örneğin anneannemizin annesi savaşta eşini kaybetmiştir ve yalnızlığını anneannemize yansıtarak, bakışları, beden duruşu ile yalnızlığını çocuğuna atarak acısını hafifletmeye çalışmıştır. Anneannemiz annemize annemiz de bize bu yolla yalnızlıklarını atmış olabilir. Bilinçdışımızın olumsuz bir duyguyu deneyimlemekten kaçınmak için başka bir şeyi değil de neden “hasta olma korkusu”nu seçmiş olabileceğine gelirsek ; 1. Kişi böyle bir sorundan psikolojik ödül alarak besleniyor olabilir. Örneğin, böyle ciddi bir durumda etrafında onunla ilgilenen kişi sayısı oldukça fazla olabilir, aranıp soruluyor olabilir. Çünkü ortada bir sorun olmadan bir insan olarak varlığının görülmediğini” deneyimliyor olabilir. 2. Kişinin yaşantısında bu sorun ile var olan ve fark edilen birileri vardır (anne, baba, dede, anneanne, babaanne…) ve bebekliğinde bu duyguyu ona yüklemiş olabilirler. 3. Geçirilen travmatik bir yaşantının duygusu böyle bir korku ile ifade buluyor olabilir. 4. Kişinin çocukluk çağında yaşadığı ev ortamında hastalıkla, ölümle, ayrılıkla, yalnızlıkla… ilgili meseleler çok konuşulmuş ve kişi buna maruz kalmış olabilir. Tüm bunların ışığında sonuç olarak hastalık düşüncesi ile ilgili fiziksel bir neden-sonuç ilişkisi kurulamamışsa çok büyük olasılıkla bu korkunun altındaki neden duygusal yaşantılarımızla, anılarımızla ve ebeveynlerimizle ilişkimizle alakalıdır. Bu durumla ilgili bir ruh sağlığı profesyonelinden destek almak faydalı olacaktır diye düşünüyorum. Sağlıklı günler geçirmeniz dileğiyle…

Bu makale 11 Kasım 2019 tarihinde güncellendi. 0 kez okundu.

Yazar
Psk. Dan. Necdet Dönmez

Uzm.Psk.Necdet DÖNMEZ, 2004 yılında Gazi Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık Bölümünden mezun oldu. Esenyurt Üniversitesinde “Klinik Psikoloji” alanında yüksek lisans eğitimini  tamamladı. Askerliğini Erzurum 4. Zırhlı Tugay Komutanlığı’nda Psikolojik Danışman Asteğmen olarak yaptı. Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı çeşitli eğitim kurumlarında  Psikolojik Danışman olarak çalıştı. Mesleki hayatının yanı sıra “Haydi Kızlar Okula” ve “kız çocuklarının okula kazandırılmaları”, “Anne Çocuk Eğitim Vakfı” (AÇEV) ‘nın “Baba Destek Proprogramı” ve “7-19 Yaş Aile Eğitimi”  gibi bir çok sosyal proje ve aile eğitimlerinde gönüllü görev aldı. Alanında uzman birçok kişiden psikoterapi ve kişisel gelişim eğitimlerinin yanı sıra; Psikoterapi Enstitüsünde; “Bütüncül Psikoterapi Eğitimi” (3 yıl süren, 1080 saatlik bütün terapi ekollerini içeren teori, formul ...

Etiketler
Okb
Psk. Dan. Necdet Dönmez
Psk. Dan. Necdet Dönmez
İstanbul - Psikoloji
Facebook Twitter Instagram Youtube