Yenilikler ve değişim

Yenilikler ve değişim

Adım adım mutluluk…

Yaşam denilen yolculuk bir elvedalar dizisidir aslında. Hayata ilk olarak dokuz ay boyunca tüm ihtiyaçlarımızın karşılandığı ana rahmine elveda diyerek başlarız. Sonra bebekliğimize, sonrasında sırasıyla gençliğimize, yaşlılığımıza ve en sonunda yaşadığımız dünyaya elveda deriz. Elvedalar değişimin olmazsa olmazıdır. Bir şeyi tam olarak bırakmadan başka bir şeye merhaba diyemeyiz. Bu bir eşya olabilir, konum olabilir veya kişi olabilir. Bu nedenle elvedalar, kaybetme duygusunu da içinde barındırırlar. Kaybedilen şeyin ardından, yas tutma sürecini yaşarız. Bu nedenle “yas tutma sürecini öğrenmek” ve “yası inkar etmeden yaşamak” önemlidir. Çünkü yaşam gücümüzü arttırabilmek ve ayakta kalabilmek için yas önemli bir araçtır. Yas tutma sürecine aynı zamanda, “kaybetme duygusunu aşarak yeniden hayata dönebilme sürecidir” de diyebiliriz. Yas tutma sürecinde, üç basamaktan geçeriz. Bu üç basamağı, her kayıptan sonra yaşarız. İster bir anahtar kaybedelim, ister sevdiğimiz birini… Aralarındaki tek ayrım, duyguların yoğunluğu ve bu basamaklar arasındaki sürenin farklılığıdır. Birinci basamak “of hayır olamaz” basamağıdır. Bu basamakta, kaybedilen şeye karşı ortaya çıkan duyguların yoğunluğuna göre şok/inkar etme/hissetmeme yaşarız. Çok büyük travmalarda, bu duygular daha fazla yaşanır ve normaldir. Çünkü kişinin varlığını sürdürebilmesi için adaptasyon sürecine ihtiyacı vardır. Bu gibi durumlarda, kişi bayılır ya da hiçbir duygu hissetmeyerek kaçma davranışı gösterir. Bu nedenle acil durumlarda, düşünce ve duyguları gözden geçirip bir karar verme sürecimiz yoktur. En son 1999 depreminde bayılarak veya şoka girerek pasifleşen ve hayatta kalma şanslarını arttıran birçok kişi travma ile baş etmeye en iyi örnektir. Şu unutulmamalıdır ki, şoka girmek ya da duyguları hissetmiyor olmak iyileşme sürecinin başladığının bir göstergesidir. “Of hayır olamaz” birinci basamağından sonra bazen de bu basamakla birlikte iç içe olan “neden ben” ikinci basamağını yaşarız. Aynı zamanda bu basamak kızgınlık, depresyon basamağıdır. Örneğin, işini kaybeden kişi; gelecek kaygısı, patronuna kızgınlık ve ailesine karşı suçluluk hisseder. Bir başka örnekte ise, eşi ya da sevgilisi tarafından terk edilen kişi; terk eden kişiyi suçlar, ona öfke duyar, aynı zamanda kendini suçlar. Diğer taraftan bir hastalıkla baş eden kişi ise “neden ben” diyerek kaderine isyan eder. Ölüm korkusunu yoğun yaşar. Sağlıklıyken yapamadığı ve ertelediği şeyler için kendini suçlar. Ayrıca gençliğini yaşayamamış kişi de ailesine, eşine, yıllara ve hatta gençliğe öfke duyar. Yaşlanmaktan korkar. Gençliğini ziyan ettiği için kendini suçlar. Bu duygular aslında yararsızdır ama yaşanması da bir o kadar normal tepkilerdir. Yeter ki “bu duygular geçici olsun kalıcı değil”. Bu örnekler ışığında şunu anlıyoruz ki, ömrünü kendini suçlayarak ya da başkalarını suçlayarak geçiren ve bu suçlayıcı duygular içinde bir arpa boyu yol kat edememiş, ömrünü heba etmiş nice insan var. Bu nedenle sorunlar ancak sorumluluk bilinci içinde çözülür ve sorumluluk ancak suçlamamanın bittiği yerde başlar. Böylece iyileşme sürecine geçiş sağlanır. Bu üçüncü basamaktır. Yani “kişinin kendisini kontrol edebilme sürecinin” başladığı noktadır. Kişinin kendini kontrol edebilmesi demek, yaşam boyunca öğrendiği, kural haline getirdiği ve vazgeçilmez olarak varsaydığı inançlarını ve buna bağlı düşüncelerini ortaya çıkartıp, bunların geçerli ve mantıklı olup olmadığını, işini kolaylaştırıp kolaylaştırmadığını sınamasıdır. Dolayısıyla düşüncelerimiz ile stres arasında çok güçlü bir ilişki vardır. Birçok insan yaşam stresleri yanında kendisini yıpratıcı düşünme alışkanlıklarını o kadar çok kullanır ki bundan dolayı stresi çok daha yoğun yaşar. Hayatla baş etmede yetersiz kalır. Stresle baş etmek için stres yaratan düşüncelerimiz üzerinde yoğunlaşmamız ve bu düşünceler üzerinde bazı değişimler yapmamız gerekir. Bu nedenle ilk olarak hangi duyguyu yaşıyoruz bunu ortaya çıkartmalıyız. Diyelim ki kendimizi gergin, kaygılı, mutsuz, umutsuz hissediyoruz. O anda aklımızdan ne geçiyor? Bu soruyu sorup düşüncelerimiz üzerine kilitlenirsek ve bunları tanımlarsak birinci aşamayı geçmiş oluruz. Daha sonra bu düşüncelerimiz ne kadar gerçekçi, mantıklı ve bana yarar sağlıyor? gibi soruların cevaplarını aramalıyız. Zira, düşüncelerimizi değiştirmek duygularımızın değişmesine neden olacaktır. Çünkü, kendimizi nasıl hissettiğimizi belirleyen şey bizim dışımızdaki birtakım olaylar değil, bu olaylara yüklediğimiz anlamlardır. Yani duygu ve davranışlarımız o olayı nasıl algıladığımızla ve yorumladığımızla çok bağlantılıdır. Aslında bizler; iç dünyamızda, farkında olarak ya da olmayarak kendimiz hakkında birçok olumsuz düşünce üretir ve kendimizle monolog kurarız. Bu süreç şöyle bir şemayla gösterilebilir.

 

Şekil 1. Bilişsel terapinin A-B-C modeli

 

            A                                                                                   

Duygu ve davranış

 

Yorum ve yaklaşım biçimi

   B

 

Olay ya da durum

  C                                                                                         

(Bir olay, herkeste aynı duyguyu ortaya çıkarmaz. Olay, bizim yorum ve yaklaşım biçimimizden (B kutusu) sonra duygu ve davranışa neden olur.)

 

            Bu durumu bir hikaye ile anlatmak yerinde olacaktır. Hintli usta ve çırağının hikayesi. Yaşlı bir Hintli usta, çırağının sürekli her şeye kızmasından bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Hayatındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde yaşlı usta ona bir avuç tuzu bir bardak suya atıp içmesini söyledi. Çırak yaşlı adamın söylediğini yaptı, ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı. “Tadı nasıl?” diye soran yaşlı adama öfkeyle “acı” diye cevap verdi. Usta, çırağını kolundan tutarak dışarı çıkardı ve sessizce az ilerideki gölün kıyısına götürdü. Çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi. Söyleneni yapan çırak ağzının kenarından akan suyu koluyla silerken, usta aynı soruyu sordu. “Tadı nasıl?” “Ferahlattı” diye cevap verdi genç çırak. “Tuzun tadını aldın mı?” diye sordu yaşlı adam. “Hayır” diye cevap verdi çırağı. Bunun üzerine yaşlı adam çırağın yanına oturdu ve ona şöyle dedi: “Yaşamımızdaki olumsuzluklar tuz gibidir. Ne azdır, ne çok. Olumsuzlukların miktarı hep aynıdır. Ancak olumsuzluklara olan tepkimiz, onu nasıl algıladığımıza bağlıdır. Kızgın olduğunda yapman gereken tek şey kızgınlık veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış.” Düşüncelerimizin ne kadar önemli olduğunu, hayatımızda değişim yaratmak ve değişimlerle başa çıkmanın da aslında, düşüncelerimiz ve hissettiğimiz duygular ile bir o kadar bağlantılı olduğunu bu küçük hikayede görmüş olduk. Değişime ayak uyduramamaktan korkmak, neyi niçin değiştireceğimizi bilememek, sanki bu mutsuzluğu hak ettiğimizi düşünmek ve değiştirmemek, bu hayatın kaderimiz, alınyazımız olduğunu düşünmemiz, kaygılarımız ve daha birçok neden değişimi ertelememize, değişimden vazgeçmemize neden olabilir. Peki, bizim adım atmamızı engelleyen, bizi durduran ya da korkutan engeller nedir? Bu engelleri şöyle sıralayabiliriz:

 

1. Net olmayan amaçlar: Çoğumuzun takıldığı önemli bir engeldir. Bu engeli aşmamız için yapmamız gereken şey, bize doyum vereceğini varsaydığımız değişiklikleri yapmaktır. Bu değişikliklerin hayatımıza ne kadar renk katacağını denemeden bilemeyiz.

2. Başarısızlık korkusu: Bu korkunun temelinde kendimize duyduğumuz güvensizlik yatar. Bilgimize, birikimimize, becerimize, yeteneğimize duyduğumuz güvensizliklerdir bunlar. Bir an birçok açıdan yetersiz olduğunuzu düşünün… Peki, kendinizi nasıl yeterli hale getirebilirsiniz? Korkunuzun sizi durdurması sizi yeterli hale getirebilir mi? Bu soruların cevabı, eksikliğini duyduğumuz şeyler konusunda ortaya çıkan bilgi eksikliğinin farkına varmaktır ki, böylece bilgiyi arama ihtiyacı duyabiliriz ancak.. Şayet, yeteneklerimizin ne olduğunu bilmeliyiz ki, yeteneklerimizi geliştirmekten bahsedebiliriz. Bu nedenle, ilk önce kendimizi keşfetmeliyiz. “Bizim tek yapmamız gereken şey, kendimizi keşfetme sürecini başlatarak hayatımızın sorumluluğunu elimize almaktır.”

3. Başarı korkusu: İnsan başarıdan neden korksun ki diye aklınızdan geçirdiniz değil mi? Haklısınız, çünkü hiç kimse bilinçli olarak başarının korkulacak bir şey olmadığını düşünür. Ama biz farkında olmasak da, bilinçaltımızın derinliklerinde saklanmış bu korkuyu hissederiz. Şu örnekler size çok tanıdık gelebilir:

 

•    Çok özen göstermenize rağmen randevularınıza geç kalıyorsanız.

•     İşlerinizi bir türlü bitiremeyip ertesi güne atıyorsanız.

           

Yaşamınızı erteliyorsanız, siz başarıdan korkuyorsunuz! Bizler başarılı olduğumuzda, daha başarılı olacağımıza dair kendimize güven duymayabiliriz ya da başarılı olduğumuzda, çok fazla dikkat çekebiliriz. Bizden beklenenler artar ya da bizden bir şeyler bekleyen insanlar artabilir ya da başarılı olmaya kendimizi layık görmüyoruzdur. Zira bazı insanlar, yoğun bir değersizlik duygusu içerisindeyken “başarılı” etiketini kendilerine layık görmezler. Bunun sebebi çocukluğumuzdur. Eğer bizler çocukluğumuzda sevilmeye ve değerli bulunmaya layık görülmediysek, ileride hiçbir olumlu etiketi kendimize layık görmeyiz. Oysaki kendimizi değersiz hissetmenin bize neler kaybettireceğinin fark edilmesi, “kendimize değer vermemiz” gerektiğinin önemini ortaya çıkarır.

4. Değişim yeteneğine güvensizlik: Aslında değişim hayatımızda hep vardır. Her an değişim içerisindeyiz. Asla beş yıl önceki, bir yıl önceki, hatta bir saat önceki “biz” değiliz. Her saniye hücrelerimiz yenileniyor. Bu durumu şöyle yorumlayabiliriz aslında: “Değişim yeteneğimiz daima iş başında.”

5. Konumumuzda doyum bulduğumuzu sanmak: Her zaman gelişim devam eder. Eğer konumunuzdan doyum bulmanız sizin gelişiminizi engelliyorsa, sağlıklı değildir. Birçok insan yeterince doyum bulmadığı halde evliliğini sürdürür, yaptıkları işi yapmaya devam eder. Bunların sonucunda, ilişkilerini, konumlarını kaybetme korkusuyla var olan hayatlarını sürdürürler. Alıştığı hayatı, risk içermediği için konumundan, hayatından doyum bulmak olarak yorumlar. Neden sahip oldukları hayatlarından nasıl olacağını bilmedikleri bir gelecek için risk alsınlar değil mi? “Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olma korkusu” bu tip insanların yüreğine kök salmış durumdadır. Konumlarından doyum bulduklarını sanmaları ve gelişim ihtiyacı hissetmemeleri tam bir yanılsamadır ve bu kişiler gitgide mutsuzluk batağına sürüklenirler.

6. Değişimle ilgili geçmiş deneyimlerimiz: Geçmişte yaşadığımız başarısız deneyimler, gerçekten değişim hevesimizi elimizden alan, bizi adım atmaktan alıkoyan önemli bir veridir. Ancak şunu belirtmek gerekir ki, asıl önemli olan yaşadığımız olayları, geçmiş deneyimlerimizi nasıl algıladığımız ve yorumladığımızdır. Algılamalarımız olumsuz ise, kendimizi yeni girişimlere kapatırız. Çünkü yine, başarısız olacağımızı düşünürüz. Oysa bizi asıl geliştiren, yaşadığımız olumsuzluklardır. Nerede yanlış yaptığımızı, yanlış seçimlerimizi, hatalı kararlarımızı görüp, bu yaşadıklarımızdan neler öğrendik, bize olumlu, pozitif yönde neler kattı, artıları ne oldu diye düşünmeliyiz ki, tekrar yeni girişimlerde bulunabilelim. Çünkü hayatımızda ne yaptıysak, ne yaşadıysak, o yaşadıklarımızın bize kattığı birçok olumlu katkılar da vardır. Kendisini suçlayan kişi acizleşir ve kaybeder, hayatı ile ilgili sorumluluk alan kişi ise kendisini güçlü kılar ve kazanır. Her elveda yeni bir başlangıçtır demiştik. Değişim süreci de, eğer biz kendimize inanıyorsak ve güveniyorsak zorlu bir süreç değildir. Önemli olan mutsuzluk tuzaklarına düşmememizdir. Mutluluğu engelleyen en büyük tuzaklardan birisi, kendimizi “kurban” olarak görmektir ki, bu en kötüsüdür. “Acıların kadını”, “acıların adamı” gibi sıfatlarla yaşamamız gibi. Bu insanlar bir süre sonra kurban olma durumundan öyle bir zevk almaya başlarlar ki, hayatı sadece acıyla tanımlarlar. Gerçi bu insanlar da kurban olarak, elde edemedikleri ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırlar ama önlerinden geçip gitmekte olan hiçbir güzelliği, mutluluğu fark etmeden hatta inatla hayatlarına sokmadan yaşar giderler.

 

            Bziler öncelikle “sevgi”yi lugatımıza koymalıyız. En büyük değer ve mutluluk kaynağı sevebilmektir. Kendimizi ve çevremizdeki insanları karşılıksız sevebilmek. Aynı zamanda “ümit” hep yanımızda olmalıdır. Önümüzde ışıl ışıl bir geleceğin bizi bekliyor olacağını ummak ve karamsar olmamak çok çok önemlidir. Hayata ümitle bakabilmek bizi ayakta tutan en önemli güçlerden biridir. Mutlu olmak isteyen bir insanın sahip olması gereken üçüncü özelliği ise cesarettir. Cesaret, yani seçim yapabilme yeteneği. Bazen yürüdüğümüz yol çatallanır. İkiye, üçe, beşe ayrılır. İşte o zaman doğru yolu seçebilmek, doğru yolu seçecek cesareti gösterebilmek önem kazanır. Size bir örnek vermek isti yorum: Kendinizi bir gemide düşünün. Sakin bir koydasınız ve başınıza hiç bela açmak istemiyorsunuz. O zaman bulunduğunuz koyda öylece sakin kalın. Bunun sonucu nedir? Sonucu, o koyda senelerce sakin sakin yaşamak ama hiçbir yeri keşfedememektir. Çünkü denizlere açılmadınız ve dolayısıyla uzakları göremediniz. Oysa okyanusta kopacak fırtınalarda, geminizin batma tehlikesini göze alarak yola çıksaydınız, belki de keşfedilmemiş adalar, yeni sahiller bulacaktınız. Yani, insan hayatta bazı riskleri göze almazsa, seçim yapma cesaretini gösterip yola çıkmazsa, bulunduğu yerde kalır. Geriye dönüp bakarken, ileride kendisini bekleyen fırsatları kaçırabilir. Bu yüzden, inandığımız yolda sonuna kadar yürümeliyiz. Mutlu olmanın dördüncü şartı iyimserliktir. Hayatta bize darbe vuracak ya da bizi yıkacak pek çok şey vardır. Hiçbirimiz harikulade hayatlar sürmüyoruz ve her zaman başa çıkılması gereken bir derdimiz var. Ancak, bütün bu dertlerden sonra bize bir şeyler kalabiliyorsa, yaşadıklarımız bize bir şeyler öğretmişse, daima yaşamak için bizi ayakta tutabilecek bir şeyler bulabiliyorsak, iyimserlik duygusuna sahibiz demektir. Bu özellik, tıpkı ümit gibi zorluklara ve engellemelere rağmen, hayatta her şeyin iyi gideceğine dair güçlü bir beklentidir. İyimser tutum, zorluklar karşısında kişileri depresyona, umutsuzluğa ve de kayıtsızlığa karşı korur. İyimser kişiler başarısızlığı, “değiştirilebilir” bir nedene bağlar ve bir sonraki denemelerinde başarılı olacaklarına inanır. Kötümser kişiler ise, başarısızlığın nedenini kendilerinde bulurlar ve değiştiremeyecekleri sabit bir özelliğe atfederler. Bu nedenle, iyimser tutumumuzdan vazgeçmememiz çok çok önemlidir. Sahip olunması gereken bu özellikler dışında güvenlik ve fedakârlık da çok önemlidir. Güvenlik hepimiz için kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Güven içinde olan insanlar, kendilerini elbette çok daha mutlu hissederler. Öte yandan, fedakârlık da mutlu olmak için olmazsa “Bizim tek yapmamız gereken şey, kendimizi keşfetme sürecini başlatarak hayatımızın sorumluluğunu elimize almaktır.” olmazlarımızdandır. Fedakârlık aynı zamanda verebilmektir. Toplumumuz görüyoruz ki artık daha bencil, daha bireyci olmaya başladı. Modern şehir hayatında, artık hepimiz bir kenara çekiliyoruz. Etrafımızda olan bitenle çok az ilgileniyor, çok az yardımlaşıyoruz. Oysa mutluluğun en büyük kaynaklarından biri de karşılık beklemeden verebilmektir. Hani çok güzel bir söz vardır; “veren el alan elden üstündür” diye. Verebilen, kendisini gerçekten çok mutlu hisseder. Çünkü verdiğimiz zaman, bir işe yaradığımızı, daha iyi bir insan olduğumuzu, ruhumuzun ne kadar yüce olduğunu hissederiz. Bunu hissetmek de bize mutluluk verir. Mutlu olmak için çok çok önemli bir başka husus da “hayatı anlam duygusuyla yaşamak”tır. “Ben ne için bu dünyada yaşıyorum?”, “niye varım?” sorularına gerçek ve tatmin edici bir cevap verebilmek hayatımızın anlamını sorgulama sürecinde anahtar sorulardır. Bazı insanlar, “Ne olacak, ben yaşasam da olur, yaşamasam da” derler. Hâlbuki, kendisi doğru insan olarak yaşayarak da, birçok şeyi etkileyebilir ve değiştirebilir. Şimdi sizinle son olarak bir hikaye daha paylaşmak istiyorum: İki yatalak hasta hastanede aynı odayı paylaşmaktadırlar. Bu iki hastadan birinin yatağı hemen pencerenin kenarındadır. Dolayısıyla o pencereden dışarıyı görebilir. Pencereden dışarıyı gördüğü için de, orada olan biten her şeyi arkadaşına anlatır. İki hasta da yatalak olduğu için hiç kalkamazlar. Ancak, yanlarındaki komodine kadar uzanabilir elleri. Oradan ilaçlarını almak dışında, hareket edemezler. Pencerenin kenarında olan hasta, arkadaşına her gün pencereden gördüklerini anlatır. Mesela der ki; “Bak, o dünkü çift yeniden geliyor. Kız çok neşeli. Oğlan biraz üzüntülü. Galiba kız onu biraz üzdü”. Veya “Bak bak görüyor musun, geçen gün manavdan alışveriş yapan adam bu sefer torunları ile beraber gezmeye çıkmış. Torunları da ne kadar büyümüş.” Adam arkadaşına sürekli hikaye anlatır. Artık neredeyse o sokakla beraber yaşamaya başlar iki hasta. İkisi de o sokakta neler olup bittiğini çok iyi bilirler. Sürekli o sokak üzerine konuşur, yorum yaparlar. Sokakta gördükleri insanlara kendilerince isim takarlar. Yorum yaparlar. Böylece hayatları gayet renkli geçer. Günlerden bir gün, pencere kenarındaki hasta ölür. Ölen hastanın oda arkadaşının, pencere kenarındaki yatağa geçmesine karar verilir. O da artık sokakta olan biteni göreceği için mutludur. Fakat adam yatağa geçince ne görür biliyor musunuz? Simsiyah bir duvar. Meğerse arkadaşı bütün her şeyi kendi hayal gücü ile anlatıyormuş. Her gün simsiyah duvara bakarken, renkli hikâyeler kurguluyormuş. Kendi ruhunu kattığı hikâyeler yazı- yormuş. İşte şimdi tek yapmamız gereken şey, hayatı durdurup kendimize ve yaşadığımız hayata dışarıdan bakmak. Koşturmaya ara verip, sükûnete kapı aralamak. Hayatı biraz yavaş, tadını çıkara çıkara, sevdiklerimize değer vererek ve sevdiklerimizden değer görerek yaşamak. Şeyh Galip’in söylediği gibi:

            Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen Merdüm-i dilde-i ekvan olan ademsin sen Özetle, kendine hoşça bak, ey insan diyor. Sen alemin çekirdeğisin, özüsün. Her insan küçük bir alemdir. Küçük bir gökyüzüdür. İşte bu yüzden hepimiz, sevdiklerimize değer vererek, hayata anlam duygusu katarak dolu dolu yaşamaya gayret edelim.

 

Sevgilerimle

 (Çankaya Üniversitesi Gündem Dergisi, 2011)

 

Kaynakça:

Geçtan, E. (2007). İnsan Olmak. İstanbul: Metis Yayınları

Goleman, D. (2010). Duygusal Zeka. İstanbul: Varlık Yayınları

Gün, N. (2003). Yaşam cesurları sever. İstanbul: Kuraldışı Yayıncılık

Koç, S. , Gün, N. (2006) Özsaygı. İstanbul: Kuraldışı Yayıncılık

Sayar, K. (2006). Ruh hali. Bireysel Mutluluk-Sosyal Mutluluk. İstanbul: Timaş Yayınları Türkçapar, H.M. (2007). Bilişsel Terapi. Temel İlke ve uygulamalar. Ankara: Hyb Yayıncılık Yöndem. Z. D. (2011). Kişilik Dinamikleri ve Stresle Baş Etme. Ankara: Efil Yayınevi

Bu makale 28 Ekim 2020 tarihinde güncellendi. 0 kez okundu.

Yazar
Dr. Psk. Tansen Taygur Altıntaş

Lise eğitimini Özel Antalya Koleji’nde bitirdim ve 1997 yılında Hacettepe Üniversitesi Psikolojik Danışma ve Rehberlik bölümünde lisans eğitimini tamamladım. 2007 yılında ise Ankara Üniversitesi Psikolojik Danışma ve Rehberlik bölümünde yüksek lisans derecesini aldım. 2007-2010 yılları arasında Wiesbadener Akademie für Psychotherapie (WIAP) ALMANYA’ya bağlı 885 saatlik teorik ve uygulamalı "pozitif psikoterapi ve pozitif aile terapisi" temel ve master eğitimini tamamlayarak “Psikoterapist” unvanını aldım. 2020 yılında Ankara Üniversitesi Çocuk Gelişimi Bölümünde doktora eğitimini tamamladım. Bu eğitimlerin yanında 2007 yılında Avrupa Beden Psikoterapisi Derneği tarafından “Beden Psikoterapisi” ve Wiesbadener Akademie für Psychotherapie (WIAP) Almanya tarafından psikotravmatoloji uluslararası eğitim çalışmalarına katıldım. Bilişsel Davranı ...

Etiketler
Hayata dair
Dr. Psk. Tansen Taygur Altıntaş
Dr. Psk. Tansen Taygur Altıntaş
Ankara - Psikoloji
Facebook Twitter Instagram Youtube