Haklı mıyım? Haksız mıyım?
Aile Danışmanı Tülin Engin
5 Aralık 202541 görüntülenme
Bazı kişiler ilişkilerinde sürekli haklı çıkma ihtiyacı hissederler. Bu dışarıdan basit bir inat ya da egosal bir duruş gibi görünse de, çoğu zaman kişinin içsel dünyasında korunmaya çalıştığı kırılgan bir yapının yansımasıdır. Haklı olmak, onlar için sadece bir tartışmayı kazanmak değil; varoluşlarını tehdit eden bir belirsizliğe karşı güvenli bir alan yaratma girişimidir.
Hata yapmak ya da haksız görünmek; onlar için yanlış bir fikir beyan etmekten ibaret değildir. Bu durum çoğu kez reddedilmek, değer kaybetmek, küçümsenmek ya da sevgiyi kaybetmek ile eşleşmiş olabilir. Bu nedenle, haklı olmak bir ihtiyaç değil; bir savunma mekanizması, hatta bazen bir hayatta kalma stratejisi haline gelir.
Bu içsel mücadelenin kökleri, çoğunlukla çocukluk dönemine dayanır.
Sesinin duyulmadığı, duygularının küçümsendiği, hata yapmanın ayıp ya da tehlikeli olduğu bir aile sisteminde büyüyen çocuk, yetişkinlikte tartışmaları bir tehdit olarak algılayabilir. Karşısındaki kişinin farklı düşünmesi, onun gözünde sevginin geri çekilmesi, bağın zayıflaması ya da terk edilme tehlikesiyle eş anlamlı hale gelir.
Stoacı filozof Epiktetos, “İnsanı rahatsız eden olayların kendisi değil, onlar hakkındaki düşünceleridir.” der. Haklı olmaya çalışan bir birey için sorun tartışma değil, tartışmanın zihninde uyandırdığı hikayedir: “Eğer haksızsam, yetersizim.”
Spinoza ise, insan davranışlarının çoğunun akıldan değil duygulanımdan geldiğini belirtir. Bu nedenle haklı olma mücadelesi çoğunlukla rasyonel değil; duygusal bir refleksin ürünüdür.
Nietzsche, insanın en büyük savaşının kendisiyle olduğunu söyler. İlişkide haklı çıkma mücadelesi de çoğu zaman partnerle değil, kişinin içindeki reddedilmiş, onay bekleyen, duyulmamış çocukla yapılan bir savaştır. Sartre’ın ifadesiyle, “Öteki, aynadır.”
Bu nedenle ilişkideki çatışmalar, çoğu zaman bugünün değil; geçmişin yankılarıdır.
Aile içi ilişkilerde bu davranışın sistemi sekteye uğratma sürecinde bu davranışın kökeni çoğunlukla şu soruyla görünür hale gelir:
“Haksız olursam ne olur?”
Bu soruya verilen yanıt, kişiye dair en çıplak gerçeği ortaya çıkarır:
“Kaybolurum. Değerim azalır. Artık sevilmem.”
İşte bu noktada iyileşme, haklı olmaktan vazgeçmekle değil; haklı olma ihtiyacının nereden geldiğini anlamakla başlar. Çünkü sağlıklı ilişkilerde amaç kazanmak değil; bağ kurmaktır. Platon’un söylediği gibi, sevgi iki insanın birbirine üstün gelmeye çalıştığı bir oyun değil; iki ruhun birbirini hatırlama çabasıdır.
Ve en sonunda kişi şunu fark eder:
Haklı olmak güven vermez.
Güven; duyulduğunu, görüldüğünü ve kabul edildiğini hissettiğinde kendiliğinden oluşur.



