Bilim dünyasında ve popüler bilim söyleminde "epigenetik" adeta bir moda terimi hâline geldi. Artık sadece bilimsel yayınlarda ve konferanslarda değil sağlık bloglarından haber manşetlerine, kişisel gelişim kitaplarından beslenme ve yaşam koçlarının sosyal medya gönderilerinde kadar hemen her yerde epigenetikten söz ediliyor. Bu artan ilginin ardında, çevresel faktörlerin gen ifadesi üzerindeki etkilerinin ortaya konması, bu etkilerin bazılarının kalıtımsal olarak sonraki kuşaklara aktarılabileceğinin anlaşılması ve çok yaygın hale gelen kronik hastalıklara karşı kişiselleştirilmiş sağlık stratejilerine olan yönelim yer alıyor. Ancak bu yükselişin gölgesinde kalan önemli bir gerçek var: Epigenetik, genetiğin yerini alamaz, genetikten bağımsız değildir; yalnızca onunla birlikte anlaşılabilir.
Epigenetik, genetik dizide herhangi bir değişiklik olmadan genlerin nasıl ve ne zaman ifade edildiğini belirleyen süreçleri inceler. DNA metilasyonu, histon modifikasyonları, 2024 yılında Nobel ödülü verilen mikroRNA’lar gibi moleküler mekanizmalar sayesinde çevresel faktörler —beslenme, stres, toksin maruziyeti gibi— gen aktivitesini etkileyebilir. Bu durum, kişiselleştirilmiş sağlık yaklaşımlarında oldukça önemli bir kapı aralar: "Yaşam tarzı seçimlerim genetik kaderimi değiştirebilir mi?"
Cevap kısmen evet. Ama?
Popüler anlatımda epigenetik, genetik kaderin karşısına dikilen bir “özgürlük manifestosu” gibi sunuluyor. DNA kaderin değil!!! Ancak bilimsel olarak durum karmaşık. Çünkü epigenetik düzenlemelerin kendisi de genetik altyapıya bağlıdır. Yani her bireyin çevresel uyaranlara vereceği epigenetik yanıt, sahip olduğu DNA dizisine göre değişebilir. Ayrıca epigenetik değişikliklerin çoğu geçici ve sınırlı etkiye sahiptir. Her epigenetik işaret kuşaklar boyu aktarılmaz; hatta çoğu, hücre bölünmeleriyle silinir gider. Dahası, birçok epigenetik mekanizma henüz tam olarak anlaşılmamıştır ve nedensellik ilişkileri çoğu zaman korelasyon düzeyinde kalmaktadır.
Epigenetiğin bu denli yüceltilmesi, genetik bilginin toplum nezdinde değersizleştirilmesine neden olmaktadır. Bu da özellikle tek gen hastalıklarında tedavi yaklaşımlarını ve genetik danışmanlığı, yaygın görülen kronik hastalıklarda risk tahmini ve koruyucu yaklaşım gibi alanlarda ciddi yanlış anlamalara yol açabilir. Örneğin BRCA1 mutasyonu taşıyan bir birey için risk, yalnızca yaşam tarzı değişiklikleriyle ortadan kaldırılamaz. Epigenetik faktörlerin etkisi önemli olabilir, fakat çoğu zaman genetik riskin tamamen üstünü örtecek güçte değildir.
Epigenetiğe yönelik artan ilgi, bazen bilimsel gerçekliğin ötesine geçen vaatlerle birlikte sunuluyor. “Genetiğini değiştiremezsin ama epigenetiğini değiştirebilirsin” türü ifadeler, bilimsel olarak kısmen doğru olsa da halk arasında genetiğin önemsizleştiği gibi bir izlenim yaratıyor. Genetik hastalıkların telkinle, olumlamayla, geçmişle yüzleşmeyle tedavi edilebileceği iddiasına kadar varan bilim dışı yaklaşımlar sosyal medyada karşımıza çıkabiliyor. Çocukların yaşadığı her türlü problemde annenin gebelik ‘travmaları’nı suçlamanın, tek gen hastalıklarını dahi yüzyıllar öncesinde yaşamış ‘atalar’ın psikolojik ve sosyolojik ‘travmalarına’ bağlamanın epigenetik ile bir ilgisi olduğunu sanmak, cehaletten değilse şarlatanlıktan kaynaklanıyor olmalıdır.
Epigenetiğin sunduğu bilgiler kuşkusuz heyecan verici ve umut vericidir. Ancak bu bilgiler, genetik biliminin temelleri üzerine inşa edilmektedir. Epigenetik kavramını bilimsel temellerinden kopartan anlayış, bilimsel bütünlüğü zedeleyen, popülerleştirilmiş fakat indirgemeci bir bakış açısıdır. Asıl ihtiyaç duyulan, genetik ve epigenetiği birlikte değerlendiren entegre yaklaşımlardır. Bilimsel ilerleme ancak bu tür bütüncül perspektiflerle sağlanabilir. Epigenetik, genetik biliminin yerini alan değil, onu tamamlayan bir alandır. Genetik diziyi bir müzik notası olarak düşünürsek, epigenetik o müziğin nasıl çalınacağını belirleyen bir orkestra şefidir. Nota olmadan müzik olmaz, şef olmadan da yorum eksik kalır.