Çocuklukta aşağılanma ve aile içindeki güç çekişmeleri

Çocuklukta aşağılanma ve aile içindeki güç çekişmeleri

Narsisistik kişilerin hepsi kontrol amacıyla üzerinde güç kullanan ebeveynleri tarafından yoğun şekilde aşağılandıkları deneyimler yaşamışlardır. Birçok olayda güç fiziksel bir kuvvettir; ebeveynler üstün fizik kuvvetlerini çocuklarını boyun eğmeye zorlamak için kullanırlar. Popoya şaplak atma, fiziksel gücün kötüye kullanımının çok yaygın bir şeklidir ve eğer çocuğun kıyafetini çıkarıp gelecek darbelere karşı arkasını açık bırakması istenirse fazlasıyla aşağılayıcı olabilir. Çok sık olmasa da çocuğa saç fırçasıyla ya da kayışla vurulduğunda olur, bu bir zalimlik olarak görülebilir. Çocuktan cezalandırma için gerekli görülen eşyayı getirmesini istemek ya da kaçması halinde cezanın fazlalaşacağını söylemek aşağılanmayı daha da arttırır. Sanki çocuğun canının yandığını ifade etme hakkını inkar edermiş gibi, ağlaması halinde darbenin şiddetini arttıran ebeveynler bile var. Ebeveynlerimden duyduğum bazı öyküler beni şoke etmişti. Birçok vakada cezalandırma o kadar çok aşırıya gider ki, bunun güç gösterisinden başka bir şey olmayacağını düşünürüm: ”Bana bir daha itiraz etmemen gerektiğini öğreteceğim.” Ebeveynler anlatırken, çocuğun acı çekmesinden zevk alan anne babalara rastladığım, cezalandırmada sadistçe öğeler yakaladığım vakalar olmuştur .

Elbette çocuğu aşağılamanın tek yolu fiziksel cezalandırma değildir. Çocuklar sık sık sık değersiz, yetersiz ve aptal olduklarını ima eden tavırlarla eleştirilir. Yararlı bir amaca hizmet etmeyen bu tür eleştiriler, bana göre ebeveynin üstünlüğünü kanıtlamak için kullanılır. Bazı ebeveynler çocukları bir hata yaptığında ya da bilmesi gerektiğini düşündükleri bir soruya yanlış cevap verdiklerinde gülüp alay ederler. Çocuk aşağılandığı zaman onları yalandan ağlamakla ya da ”timsah gözyaşları” dökmekle suçlayıp yanlarından  kovabilirler. Çocuklukta başa gelebilecek aşağılanmaların listesi uzundur; dövülmek ve eziyetten başlayıp insanlığa ve kendisine duyduğu saygıyı inkar etmeye kadar uzanabilir. Ebeveynlerin çoğu çocuklarına karşı tavırlarında yanlış bir şeylerinde olabileceğini düşünmezler. Bunlar çocuk yetiştirirken başvurulan doğru şeylermiş gibi hissedilir. Şüphesiz iş fiziksel şiddete dönüştüğünde ve çocuk hastanelik olduğunda hepimiz şoke oluruz.

Bu durumda kaçınılmaz olarak akıllara şu soru gelir: Ebeveynler neden böyle davranır? Çocuklar kendilerine anlayış ve nezaketle yaklaşıldığında, üzerlerinde güç kullanıldığı ve cezalandırıldıkları zamanlarda çok daha etkin bir şekilde öğrenirler. Eğer cezalandırma gerekliyse, çocuğu aşağılamadan yapılmalıdır. Yukarıdaki soruya bir cevap olarak ebeveynlerin çocuklarına yaklaşımlarında kendi anne babalarından gördükleri davranışları sergilediklerini söyleyebilirim. Bilinmelidir ki, anne babaların sinirlerini ve kızgınlıklarını en kolay yöneltebilecekleri nesneler kendi çocuklarıdır. Dış dünyaya karşı kendilerini güçsüz hisseden ebeveynler bu duygularını çocuklarına karşı diktatörce davranarak telafi edebilirler.Ancak bu cevaplar ne kadar geçerli olursa olsun, öykünün tamamını anlattıklarına inanmıyorum. Narsisistik bozuklukları eski zamanlara göre fazlalaştıran şey nedir?

Çocuk yetiştirmede güce başvurmanın yeni bir şey olmasına karşın son yıllarda farklı   bir önem kazandığına inanıyorum. Bunun nedeni Birinci Dünya Savaşı sonunda başlayan süreç doğrultusunda, evde ve toplumda otoritenin çöküşünün hızlanmasıdır. Otorite derken saygı duyulan otoriteyi kastediyorum. Toplumdaki pratiklerin bir yansıması olan ebeveyn otoritesine saygı duyulduğu zamanlarda güç konusu ortaya daha az çıkardı. Ebeveynler yalnızca kişisel olarak değil aynı zamanda topluluğun sesi olarak konuşurlardı. O halde güç toplumdan doğar ve toplum adına uygulanır. Çünkü ebeveynler çocuklarına yönelik davranışlarından sorumludurlar. Bu yüzden güçlerini kolayca kötüye kullanamazlar.

Batı kültüründe yaygın bir özellik kazanan otoritenin çöküşü evlerle sınırlı kalmadı. Sonuç olarak güce başvurma arttı. İster ülke ister ev olsun,gücün en yüksek otorite olduğunu bir yerde rejim otoriterdir. Ancak gücün kullanılması her zaman son çare değil miydi? Bu, sorun güce odaklandığı zaman doğrudur. Ancak demokratik rejimler çekişmelerin güce başvurulmadan da çözülebildiğini gösterişlerdir. Aileler sosyal bağlılıkları uyarınca nesiller boyunca ebeveyn gücünü çok fazla temel almayan davranış kodlarını izlediler.

Ebeveynlerin çocukları üzerindeki güçlerine vurgu yapmak konuyu kaçınılmaz olarak çocukların bir bölümünün boyun eğmesine ya da isyanına götürülür.Boyun eğme, içsel isyankarlık ve düşmanlığı da içinde barındırıp gizleyebilir. Boyun eğen çocuk ilişkilerin güçle yönetildiğini, sahnenin yetişkinin gücünü göstermek üzere hazırlandığını öğrenir. Çocuklar aynı güç oyununu kendi ebeveynleri üzerinde oynamayı çabucak öğrenirler. Anne baba üzerinde oynamanın en iyi yolu yemek yememek, okulda başarılı olamamak ya da sigara içmek gibi onları altüst eden şeylerdir.” Oldukça ” yıkıcı olan bu davranışlarla karşılaşan anne babalar genelde ümitsiz bir duruma düşer ve pes ederek çocuğa elde etmek istediği şeyi verir. Ancak bu pes etme aynı zamanda güç kaybı anlamına gelir. Çocukla anne baba arasında bir kez güç çekişmesi başladı mı artık ne biri kazanabilir ne de öbürü pes edebilir.

Ebeveynle çocuk arasındaki çekişmenin kökeninde, genellikle babanın zihnindeki bir imge doğrultusunda çocuğu şekillendirme isteği ve çocuğun bu çabaya karşı direnişi vardır. Ebeveynin bu çekişmede üstünlüğünden kaynaklanan gücünü kullanması izlediği taktiklerden yalnızca biridir. Çocuk hayatının erken dönemlerinde çaresiz ve tamamen bağımlıdır; ebeveynin kuvvetli bir onaylamama ifadesiyle fiziksel güç ya da cezalandırmasıyla kolayca kontrol edebilir. Diğer çocuklar da söz konusu olduğunda, kontrolün sürdürülebilmesi için ayartıcılık giderek daha fazla başvurulan bir davranış modeli olabilir. Çocuğa anne babanın istekleri doğrultusunda davranmaya devam ederse özel olduğunu hissettirme ve daha fazla yakınlık gösterme sözü verilir.

“Kendi çocukluğumda karşılaştığım davranış kalıbı buydu. Çok küçük olduğum dönemde, annem beni düzgün davranmam ve isteklerini yapmayı kabul etmem için çimdiklerdi. Biraz daha büyüklüğümde, ona itaat etmeyip dışarı oynamaya çıkmak istediğim zamanlarda içeriye kapatıldım. Ne var ki, daha sorunları annem bana onun için ne kadar önemli olduğumu anlatmayı başladı. Üzerimde doğrudan güç kullanmak yerine acısını ve hayal kırıklığını benimle paylaştı. Yaşlandığında ona bakacağımı umduğunu söyledi. Babamın gerçekleştiremediği rüyalarını gerçekleştirecektim. Onun için özel olduğumu biliyordum  ve bazı bakımlardan o rüyaları gerçekleştirdim” diyordu bir bey.

Ebeveyn ve çocuk arasındaki güç çekişmesi genellikle eşler arasındaki daha büyük bir güç çekişmesinin parçasıdır. Aile içinde çok büyük sıklıkla cinsiyetlerin savaşı yaşanır.Bu tür bir mücadele annemle babam arasında da gerçekleşmişti. Babam annemden cinsellik ve tatmin istiyordu. Ancak annem onun eve daha çok para getirmesini istiyordu. Gücü cinselliği kısıtlamasında yatıyordu. Babamı istemek zorunda bırakıyordu ve istemeyerek teslim oluyordu. Fakat babam misilleme yaptı. Onun gücü de parayı kontrol etmesinde yatıyordu. Annemi para istemek zorunda bırakıyor ve isteksizce, sadaka gibi veriyordu. Annem babamı bir düzeyde babam da annemi başka bir düzeyde aşağılıyordu. Bu, ben büyüyüp evden ayrılana kadar devam eden bir kedi-köpek dövüşüydü. Daha sonra kendi kendilerine vazgeçtiler.

Hem annem hem de babam kendi durumlarını anlamak için bana başvurdu. Anladığım kadarıyla annem evi çekip çevirebilmek için her hafta belli miktarda para verilmesi talebi konusunda haklı çıkmış görünüyordu. Babamda bir köpek gibi çalıştığı hayattan biraz zevk almayı hak ettiği konusunda haklı çıkmıştı. Verimli olmasa da çok sıkı çalışmıştı. Çekişmeleri yüzünden ikiye bölünmüştüm, tıpkı bayan x’in kendi ailesindeki çekişme nedeniyle bölünmüş olması gibi. Bunun üzerimdeki etkisi iki kat fazla olmuş. Paranın gücü temsil ettiğini fark ettim ve bir kadın tarafından aşağılanmamı sağlayacak kadar para kazanmaya karar verdim. Her ne kadar annemin konumuna sempatiyle yaklaşamasam da parayı bir kontrol aracı olarak kolayca kullanmadım.

Fakat neden bir kadın tarafından aşağılanmaktan korkmalıyım? Bana cinsel açıdan bir iyilik yapması için neden değerimi unvan sahibi biri olarak kanıtlamam gereksin? Bunun cevabı cinsel isteklerimle ilgili suçluluk hissetmemde yatıyor. Cinsel hislerimden utanç duymam gerektiği öğretildi ve annemin cinsellik karşıtı önyargılarıyla yetiştirildim. Erkeklerin kadınları cinsel hisler benim için haz kaynağı olduğuna göre onun önyargılarını neden kabul etmeliydim? Öne çıkan iki neden var. İlk olarak tamamlanmamış oral süreç her ne pahasına olursa olsun anneme yakın kalmamı istiyordu. İkinci olarak onun özel varlığı olma teklifine direnemiyordum. Bunun etkisi cinselliğim konusunda beni güvensiz yaptı, dolayısıyla erkekliğimin altını oydu.

Artık bir tarafta özel ve üstünken diğer tarafta güvensiz ve utanç doluydum. Kendimi üstün tarafımdan sunarsam diğer yanımın ifşa olmasından korkuyorum. Bütün narsisistler aşağılanmaktan çok büyük bir korku duyarlar, çünkü ihtişamlı imgeleri alttan yatan yetersizlik duygunu gizler.

Güç kişinin kendisini aşağılamaya karşı korumasını bir yoludur. Bu aşağılık hissinin üstesinden gelme anlamını taşır. Cinsel iktidarsızlığın panzehridir. Bu son cümle, güç sahibi olan herkesin cinsel açıdan iktidarsız olduğu şeklinde okunmalıdır. Cinsel açıdan iktidarsız olan kişilerin açık bir şekilde güç mücadelesine girdikleri anlamına gelir.

Özel biri olduğu hissettirilen çocuk ebeveynlerin güç çekişmesinin odağı olur ve Ödipal dönem boyunca fazlasıyla kritik bir durumda kalır. Erkekse babasına rakip olur, çünkü annesi tarafından babasına üstün gelmesi için şekillendirilir. Kız çocuk babasının sevgisini ve özel ilgisini kazanmak için annesinin rakibi haline gelir. Sonuç olarak çocuk ümitsiz bir şekilde kapana kısılmıştır. Bir tarafta her zaman aynı cinsiyetteki ebeveynin düşmanlığı tehlikesi, diğer yanda ise ensest korkusu ya da ayartmaya karşı cinsel tepki vermesi halinde reddedilme korkusu vardır. Vakaların büyük çoğunluğunda ayartıcı ebeveyn aynı zamanda reddeden ebeveyndir. Bu yaşta ensest korkusu, güçlü görünen yetişkin cinsel organına yönelik fiziksel bir korkudur. Ne yazık ki bu tür Ödipal durumdan çıkışın tek yolu cinsel hislerin kesilip atılmasıdır. Çocuğun cinsel organı anlamında bir kesilme olmasa da cinselliği anlamında bir kesilme olur. Bu cinsel aşkın temeli olan alt karın bölgesindeki hislerin kesilmesidir. Ancak hislerin bu şekilde kesilmesi psikolojik bir hadım oluşa yol açar  ve kişiyi cinsel açıdan iktidarsız hale getirir. Bu iktidarsızlığın temelinin en derin düzeyde güç mücadelesi olduğuna kuvvetle inanıyorum.

Başka bir insanın gücüne maruz kalmak aşağılayıcı bir deneyimdir. Kişinin egosunun bu şekilde aşağılanması yalnızca durumun tersine dönmesiyle, yani narsisistik yaralanmaya neden olan kişinin üzerinde güç kazanmakla geriye çevrilebilir. Bir insan şüphesiz üstünlük karşısında boyun eğebilir, ancak bu tür bir boyun eğme içinde derin bir nefret gizler. Açıkçası, gücün önemli rol oynadığı bir ilişkide sevgi olamaz.

Bu değerlendirmeler aile içi güç çekişmelerini anlamak için önem taşır. Bir eylemin doğruluğu ya da yanlışlığı bu mücadelelerin asıl konusunu nadiren oluşturur. Asıl önemli olan kimin dediğinin kabul edileceğidir. Çocuğun hayatının ilk dönemlerinde ebeveyn kuvvetlidir ve genellikle kazanır. Ancak vakaların büyük çoğunluğunda ebeveynin zaferi güç mücadelesini sona erdirmez. Çocuk büyüyüp kuvvetlendikçe ebeveynlerinin gücünü yok etme ve üzerlerinde hakimiyet kurma çabaları doğrultusunda onlara tekrar ve tekrar meydan okuyacaktır. Bu kavgalar aile ilişkileri ve sonradan katılan bireyler açısından aşırı yıkıcı olur. Yine de, bir sorun olarak ailede varlığını sürdürdükçe bütün bunlar kaçınılmaz olacaktır:

Tipik bir senaryo şu şekilde gerçekleşebilir:

ÇOCUK: Televizyon izleyebilir miyim?

ANNE: Hayır.

ÇOCUK: Neden?

ANNE: Ödevini yapman gerekiyor.

ÇOCUK: Ama bugün ödev yapmak zorunda değilim. Öyleyse şimdi seyredebilir miyim?

ANNE: Hayır.

ÇOCUK: Neden?  

ANNE: Çünkü ben öyle diyorum! Bu yeterli bir neden.

Bu son sözdür. Anne kendisine itaat edilmesini ve çocukların devamlı olarak yaptıkları gibi kararlarına meydan okunmamasını istemektedir. Hiçbir sorunun sorulmaması gerektiği konusunda kararlılığını otoritesini göstermek onun için önemlidir. Kararsız davranırsa zayıf görüneceğine ve bunun çocuğa  güç kazandıracağına inanır. Kontrolünü kaybederse çocuğun vahşi, kontrol edilmesi imkansız bir yaratık olup çıkacağını düşünür. Kontrol bir dakika bile ara verilmeksizin sürdürülmelidir ve bunu yapmanın tek yolu gücünü kanıtlamaktır. Anne her zaman her şeyin en iyisini bilir. Aksi iddia edilemez. Diktatörce rejimler de halkı kontrol etmek amacıyla güç kullanmak için benzer bir mantık çizgisi izlerler.

Narsisistin güç mücadelesinin temelinde çocukluğunda kendisine acı veren aşağılanmanın bulunduğunu anlatmıştık. Ancak güç çekişmesinin temelinde yatan şeyleri anlamak için bu açıklama tek başına yeterli değildir. Ebeveynlerin en iyi niyetlerle yola çıkması durumunda bile güç çekişmelerinin meydana geldiği görülür. Benim tezim, bu tür çekişmelerin kişinin kendi iyiliği için güç elde etmesinin önemi çerçevesinde doğuştan gelen bir özellik olduğudur.

Batı kültürü, tıpkı narsisizmi teşvik ettiği gibi, güçle donatılmıştır ve güce takıntılıdır. Günümüz uygarlığı ve yaşam şekli devasa miktarlarda enerji ve güç (fosil yakıtlar makineler)  olmadan işleyişini devam ettiremez. Geçmişte güç sahibi olma hakkı çok az kişinin elinde toplanmıştı: Krallar, soylular, tüccarlar, piskoposlar dini kişiler vb. Kendi atları, köleleri, hizmetkarları vardı, ancak doğrusunu söylemek gerekirse güçleri bugüne kıyasla çok azdı. Örneğin sıradan bir Amerikalının otomobilinde Victoria döneminin toprak sahibi varsıllarının sahip olduğu atlar ve hizmetkarlarının toplamından çok daha fazla beygir gücü vardır. Şüphesiz göreceli olarak konuşarak, toprak sahibi beylerin otomobil sahibi birinden daha fazla güç algısı olduğunu söyleyebiliriz. Ne var ki, bir makineye sahip olup onu kontrol etmekten kaynaklanan güç algısını da küçümsememek gerekiyor. Yüksek motor gücü olan motosikletlerin yaydığı titreşimin uyandırdığı heyecan, sahibine güç hissi sağlar. Geçmiş çağlardaki bir İngiliz soylusu Atlantik’i günümüzdeki bir insanın yapabildiği kadar kolay geçebilir mi? Teknoloji modern insana daha önce hiç hissetmediği kadar büyük bir güç algısı sağladı. Buradaki soru şudur: Bu tür kolay elde edilebilir güç, insanların psikolojisini ve davranışlarını nasıl etkiler? Narsisizmin ortaya çıkmasında nasıl bir rol oynar? Güç insanın zihnine bir kez girdi mi onun egosunu şişirir ve bir narsisiste döndürür, şeklinde bir çıkarım kolayca yapılabilir. Ancak narsisizm bu şekilde gelişmez. Hislerin inkar edilmesi, benliğin kaybı ve bu kaybın telafisi edilmesi amacıyla imgenin yansıtılması sonucu ortaya çıkar. Güç, bu süreci daha ileri nasıl ve ne şekilde taşır? Bunun anlamak için gücün karşı konulmaz bir çekim merkezi olduğu gözlemiyle başlamak gerekir. Neredeyse herkes güç sahibi olmak ister.

Güç sahibi olmanın en belirgin avantajı, kişinin güçle elde ettiği maddi ödüldür. Kral  genellikle bir sarayda yaşar, bir ülkenin başkanı muhteşem bir evde oturur. Bir şirketin başkanı da malikanede ikamet eder. Her şekilde, yaşam standartları ortalama bir vatandaşın çok üzerindedir. Bizler rutin işlerimizi çoğu zaman kendimiz halletmek zorunda kalırken, onlar başkalarının verdiği hizmetleri yönetir. Gücün, bizatihi güç elde etme isteği doğuran birçok maddi ayrıcalık kazandırdığı konusunda bir şüphe yoktur. Ancak büyük çoğunlukla sorunun temelinde bulunan şeyler maddi ödüller değildir.

Güç çekişmesi her zaman güç sahibi olanlarla olmayanlar arasında gerçekleşmez. Feodal dönemlerde savaşların büyük bir bölümü kalede yaşayan bir kralla başka bir kalede yaşayan kral arasında yapılırdı. Bu kralların her biri elde edilebilecek bütün maddi konfor ve rahatlığa sahipti. Bu yüzden maddi ödüllerin savaşın önde gelen nedeni olduğu söylenemez. Savaşlar hüküm sürenler tarafından hakimiyet ve kontrollerini genişletmek, diğer bir deyişle güçlerini arttırmak amacıyla çıkarılırdı. Zafer kazananın zenginliğini ve sahip oldukları varlıkları arttırdığı doğrudur, fakat bunların güç sembolü olmaları ya da doğrudan doğruya güç anlamını taşımaları, yarattıkları haz ve konfor etkisinden daha önemlidir. Bir monarkın üzerinde kaç tane mücevher taşıdığının insani gereksinimlerle bir ilgisi yoktur. O halde, sahip oldukları ona neden yetmez? Son tahlilde mücevherler zenginliğimizin ne kadar büyük olduğunu doğrulayan statü sembolleridir. Limuzin sıradan bir arabadan daha konforlu olabilir ama aynı zamanda daha prestijlidir. Bir saray normal bir eve göre gerçekten daha büyük cazibe merkezidir.

Güç, statü kazandırır. Bu da meşru bir hedef değil midir? Hepimiz, diğer birçok hayvan tütü gibi statü sahibi olmayı hedefleriz. Samanlıktaki tavuklar bile, her bir tavuğun statüsünü gösteren bir gagalama düzeni vardır. Statü, sürü ya da avcı sürüsü olarak yaşayan tüm hayvanlar arasında ilişkileri düzenlemede önemli bir rol oynar. Bu tür gruplarda üye bireyler arasındaki hiyerarşi hızlı bir şekilde kurulur. Hiyerarşideki statü ya da mevki, hayvan yaşamının en önemli iki fonksiyonu olan besine erişme ve eşleşmede önceliği belirler. İnsan yaşamına uyarlayacak olursak bu, kralın geçmişte bir çok kez hayata geçirildiği gibi en iyi yiyecekleri ve en güzel kadını alabileceği anlamına gelir. Bu sistem, hayvanlar dünyasında en kuvvetli ve en iyi uyarlama yeteneğine sahip bireylerin üremesini sağlayarak türlerin hayatta kalması açısından belirleyici bir önem taşır. İlk insan topluluklarında benzer bir sistemin geçerli olduğunu söyleyenler çıkabilir. Topluluğun liderleri muhtemelen en kuvvetli, en cesur, en akıllı olanlarıydı ve grupların refahını yükseltmek için gerekli niteliklere sahiptiler. Eşleri de bu özelliklere sahipse onlardan doğan çocuklarda çok büyük olasılıkla aynı özellikleri taşımışlardır.

Ancak bu biyolojik bir değerlendirmedir, psikolojik değildir. Ne bir kral ne de bir kraliçe aşk ilişkileri sırasında en iyi olanın hayatta kalmasına kafa yorar. Birbirleri arasındaki çekim fizikseldir ve eylemlerinin ortaya çıkarıldığı üründen değil, birleşmelerinden doğan hazla motive olurlar. Ya da böyle olduğu düşünülür. Öte yandan kralların evliliklerinde güç de mutluluk kadar, hatta daha fazla önem kazanabilir ve cinsel ilişki aynı zamanda kralın soyunun sürmesi amacıyla gerçekleştirilir. Ancak en azından efsanelerimiz ve peri masallarımıza göre, en kuvvetli ve en cesur kralların en güzel kraliçelerle birlikte hüküm sürdükleri zamanlar vardı. En güzel kadın, bir erkeğe daha büyük cinsel haz vaat eder. En kuvvetli ve en cesur erkek de bir kadın için aynı şeyi ifade eder. Bunlar, kişilerin bedensel gerçekleri temel alındığında yanlış değildir. Bireyin statüsü cinsel açıdan onun cinsel hakimiyetini temsil eder. Bu aynı zamanda kişinin canlılığının ve enerjinin ifadesidir. Kültürün tersine, doğada kimse güç sahibi değildir.

O halde statü normal şartlarda güce yol açar. Fakat güç bir kez insan dünyasına girdiğinde ilişki tersine döndü. Güç statü yarattı. Statünün güç ile birlikteliği cinsel iktidar imgesini güç sahibi insana doğru genişletti. Bu birçok kadının güçlü bir erkek gördüklerinde neden cinsel olarak uyarıldıklarını ve ona karşı çekim duyduklarını açıklar. Eğer güç üstün bir insana ait olsaydı sorun çıkmazdı. Ancak günümüzde genellikle yaşanan şey bu değildir. Sıklıkla tam tersi bir durum söz konusudur. Çoğu durumda güç ihtiyacı içinde olan ve bunun peşinde koşturanların büyük bölümü cinsel açıdan yetersizdir. Güç, cinsel iktidar yoksunluğunu telafi etmenin bir yoludur. Burada ortaya çıkan soru şudur: Kadınlar bu planın neresinde yer alır? Kadın narsisistler de aynı cinsel yetersizlik hissini telafi etmek için mi güç arayışına girer?  Evet. Güç hem kişisel hem de cinsel düzeyde yetersizliğin ve hissizliğin panzehiridir. Kadınlar da erkekler gibi bu duyguların öznesidir. Kadınlar da tıpkı herhangi bir erkek gibi iş, politika, spor ve benzeri alanlarda güç sahibi olmak için mücadele edebilir. Burada, güç gereksinimini ve onun için mücadele etme konusundan bahsediyorum. Ancak bir kadın herhangi bir eylem alanındaki üstün yetenekleri sayesinde de güç elde edebilir. Böyle bir durum, tıpkı erkeklerde olduğu gibi kadının cinsel cazibesini arttırır mı? Psikolojik olarak öyle olmalı, çünkü güç üstünlüğe eşitlenmiştir, fiziksel düzeyde ise erkek güçlü kadınlardan korkar, öyle ki bu kadınların cinsel çekicilikleri kendilerini onların eşiti sayan erkeklerle sınırlanır. Geçmişte güç genellikle erkeklere aitti. Bu durum kadınları güç elde etmek için cinsel çekiciliklerini kullanmaya iterdi. Dolayısıyla, gücün erkeklerin dünyasında cinsel hakimiyete, kadınların dünyasında ise cinsel çekiciliğin güce eşit olduğunu söylemeye cüret ediyorum.

Bana göre, kadın-erkek davranışları ve psikolojilerinin ahenkli olduğuna inanmak hatalıdır. Bildiğim ya da tedavi ettiğim çok az sayıda kadın, erkekleri cinsel açıdan tatmin etme yetersizlikleri konusunda aynı sorunu yaşayan erkekler kadar şikayetçi olmuştur. Diğer taraftan cinsel ilişkide kendisini kullanılmış hisseden erkek sayısı kadınlara göre çok daha azdır. Erkekler erekte olarak ortaya konan kuvveti bir arzu olmadan seks yapamaz. Öte yandan kadınlar minimum duygularla seks yapabilir. Vücutları farklıdır. Kadın bedeni, kendi duyguları ile daha fazla temas kurma eğiliminin bir sonucu olarak daha yumuşaktır. Bununla birlikte her geçen gün daha fazla sayıda kadın erkeklerle aynı modaya uyarak vücut geliştirme salonlarına gittiğinden bu durum değişmektedir. Güç ve kuvvet dolu bir imge yansıtma arayışı içinde olduklarından daha katı, daha az hassas ve daha narsisistik bir hale gelirler. Her iki cinse de uyan bir dünya, farklılıklarının olmadığı ve dolayısıyla duyguların bulunmadığı bir dünyadır.

Genel olarak konuşacak olursak, narsisizmin derecesi cinsel iktidarla ters orantılıdır. Ancak bunu anlamak için cinsel iktidarın hislerle bağlantısını bir kez daha gözden geçirmek gerekir. Erkek açısından cinsel iktidar, cinsel eylemlerin sıklığı ya da ereksiyonun kuvveti ile ölçülmez. Cinsel eylem sıklığı güven tazeleme ihtiyacı nedeniyle bir gereksinime ya da cinsel heyecanı sürdürme yeteneğinin olmayışı nedeniyle bir dürtüye dönüşebilir. Cinsel ilişki süresince ereksiyonu sürdürme yeteneği olan kudret ise güç manevrası olabilir. Sonuç olarak erkek vücut diliyle kadına şunu söyleyebilir:” Bak ne kadar güçlüyüm. Bak senin için neler yapabiliyorum.” Kadını tatmin etme yeteneği güç odağı üzerinden kendisini gösterir. Ne yazık ki bu odak kendi hazzını sağlamasına mal olur. Ortaya çıkardığı şey ise kabul edilmeye ve hayran olunmaya yönelik tipik narsisistik gereksinimdir. Sonuçta kadın da kendisini arzuları tatmin edilmemiş halde bulur. Gerçek cinsel iktidarın bir insanın karşısındakine duyduğu sevginin derinliği ile ölçülür. Bu duygular narsisistlerde büyük oranda azalmıştır

Gücün cinsel iktidar üzerinden tanımlanmasının altında sahip olduğu büyük cazibe yatar. Bu tanımlama, gücü verilen bir dizi tepkiyi tanımlamamızı sağlar. Örneğin, güç oyunu oynayanlar neden hiç bir zaman yeterince güç sahibi hissetmiyormuş gibi görünürler? Bu soruya cevap verebilmek için tanımlamanın ego düzeyinde geçerli bedensel düzeyde ise bir hayal olduğunu anlamalıyız. Güç imgeye enerji verebilir, ancak benlik ve duygular üzerinde hiç bir anlamı yoktur. Gerçekte, görmüş olduğumuz gibi, imgeye aşırı yatırım benliği zayıflatır. Aynı doğrultuda güç mücadelesinde enerjiye yapılan aşırı yatırım da cinsel ilişkinin verdiği zevki azaltır. Cinsel iktidarın kaynağı konusunda yanlış yönlendirilen insan, daha fazla güç arayışı içine girer.

Gücün cinsel iktidarla eşitlenmesi aynı zamanda güçsüzlüğün neden bir aşağılanma olarak görüldüğüne işaret eder. Kişiliğin bir düzeyinde güçsüz olma hissi erkek  anolojisinden   hareketle hadım edilmeye eşittir. Gücü tehdit edilen bir insan büyük oranda sanki hadım edilme tehdidiyle karşı karşıya kalmış gibi tepki gösterir. Hem kıskançlık hem de hiddet bu düşünceyle ilgilidir.

Gücün doğasının önemli bir tezahürü, diğerlerinde uyandırdığı kıskançlıktır. Güç, sahibini, kendisini bir düzeyde aşağılık, önemsiz ve iktidarsız hisseden kıskanç insanın ümitsizce isteği üstünlük, özel olma hissi ve cinsel iktidarla kaplamış gibi görünür. Eğer güç kıskançlık ve haset duygusuna yol açıyorsa aynı zamanda korku yaratır ve düşmanlığa neden olur. İnsanlar güç sahibi olanlara güvenmeme eğilimindedirler, çünkü güçle yüzleşmek incitebilir. Öte yandan güçlü insan da güç sahibi olmayanlara güvenmemelidir, çünkü bu tür kişiler ona karşı kıskançlık ve haset duyabilirler. Gücün büyük bir öneme sahip olduğu yerde insanlar kolaylıkla paranoid özellikler kazanabilir. ” Büyük başın belası da büyük olur” deyişi eskiden kalan bir bilgeliğin yansımasıdır. Güç sahibi olan herkes güç isteyenlerin entrikalarıyla yüzleşmek zorunda kalabilirler. Tarih hüküm sürenleri alaşağı eden entrikalarla doludur. İktidarda olanlar  bu tehlikeye karşı her zaman tetikte olmalıdır. Kimlerin gerçek dost olduğundan asla emin olamazlar.

Kıskançlık sevgi değildir. Güçlü kişiden korkulur,dolayısıyla o sevilmez. İnsanların  zaman zaman korktukları bu güç sahiplerini seviyormuş gibi göründükleri ve hatta buna inandıkları doğrudur, fakat bu tür bir sevgi genellikle alttan yatan korku ve nefretin üzerinde yükselir. Örneğin bana gelenler terapinin başlarında genellikle ebeveynlerini sevdiklerini iddia ederler. Sonra ebeveynlerinin kendilerini ne kadar korkuttuklarının farkına vardıklarında, bu duygunun yerini gerçek bir kızgınlık alır. Sevgi ve korku duyguları karşılıklı olarak birbirini dışlar. Güç sahibi olan birinden korkmamak, onun yerine açıkça sevgi göstermek kişinin güç sahibi olduğunun inkar edilmesidir.

Korkuya kızgınlık duygusu eşlik eder. Ancak kimileri diğer duyguları gibi kızgınlığı da hissetme ya da ifade etme yeteneğine sahip değildirler. Bunlar zaman zaman hiddet göstergesi yapabildikleri doğrudur. Aslında, şiddetli öfke ve hiddet gösterilerine yönelik eğilimlerin narsisistik rahatsızlığın bir karakteristiği olduğu söylenebilir.

Hiddet de kızgınlıkla benzer değil midir? Hiddet göstergesinde yoğun bir kızgınlık öğesi bulunmasına karşın iki ifade birbiriyle aynı değildir. Hiddetin mantık dışına çıkan bir niteliği vardır. ” Kör hiddet” deyimini bir düşünün. Tam tersi olarak, kızgınlık tepki odaklıdır. Karşımıza aldığımız kişinin gücünü ortadan kaldırmaya yöneliktir. Bu güç ortadan kaldırıldığında ya da üstesinden gelindiğinde kızgınlık da yatışır. Çocukların hareketleri zorla kısıtlandığında kızgınlık hissetmeleri iyi bir örnektir. Bu kısıtlamalar ortadan kalktığı an kızgınlık da kaybolur. Bizler de yetişkinler olarak varlığımıza yönelik benzer aşağılanmalara karşı kızgınlık duyarız. Ancak gerçek kızgınlık kışkırtmayla orantılı olarak kalır, saldırıya karşı tepki vermek mantıklıdır. Dolayısıyla sözel bir aşağılama anında yumruk yumruğa bir kavgaya dönüşmez ve kızgınlık özür sonrasında sona erer. Fiziksel saldırı olduğunda biz de karşımızdakinin canını yakmak isteriz, ancak vereceğimiz tepkinin boyutu maruz kaldığımız gerçek tehlikenin büyüklüğüyle ölçülür.

Öte yandan hiddet kışkırtmayla aynı çizgide değildir. Ayrıca kışkırtmanın ortadan kaldırılmasıyla da sona ermez; tamamen harcanıp bitirilene kadar devam eder. Ve hiddet yapıcı olmaktan çok yıkıcıdır. Aslında  hiddet, cinayet niyetiyle bağlantılıdır. J. Masterson’ın hastalarından biri hiddetin anlamına yönelik bir ipucu sağlamıştı. Onun sözleriyle ifade edecek olursak: ” Sizin ve diğerlerinin benim için bir şeyler yapması düşüncesinden vazgeçmek, beni ümitsiz ve çaresiz bırakıp hiddete sürüklüyor”  Sonra öldürme isteği hissiyle ilgili olarak:” Bu işi kendim yapmak zorunda olduğum zaman kendimi engellemiş hissediyorum ve öldürmek istiyorum.”

Tepkinin uyumsuzluğu cinayet niyetiyle ilgili gerçek motivasyonun hayatının erken dönemlerinde, muhtemelen çocukluğunda gerçekleşen ve sonradan bastırılan çok daha ciddi bir aşağılanma ya da incinmeden kaynaklandığından şüphe edilmesine yol açıyor. Eğer bu bastırma ortadan kaldırılır ve incinme bilinç düzeyine çekilirse, tepki hiddetten kızgınlığa dönüşür. Bu terapistin görevidir.

Narsisistik hiddet patlamasının, birinin dikkatini çekmemekten kaynaklanan hayal kırıklığıyla, diğer bir deyişle güçsüzlük hissiyle yakından bağlantılı olduğu açıktır. Masterson’ın hastasının başkalarının kendisi için bir şeyler yapmasını sağlayamamasından kaynaklanan hayal kırıklığı hiddetle tepki vermesine yol açıyordu. Masterson’ın bir başka hastası, terapistinin isteklerine özel bir şeymiş gibi davranması durumunda hiddete kapılıyordu. Hayal kırıklığı kişiyi güçsüz hissettirir ve güç yanılmasının özel olmakla ilintili olduğunun altını çizer. Yanılsama çöktüğünde, çocuklukta yaşanan ve kişinin o sırada tepki gösteremediği daha belirgin bir aşağılamaya olan orijinal tepki bir volkan patlaması gibi yüzeye çıkar. Ancak kaynağıyla ilgisi kesildiğinden, diğer bir deyişle körleştiğinden incinmeyi iyileştirecek bir etki oluşturmaz.

Bu tepki neden narsisistik hiddet olarak adlandırılır? Bu tepkilerin ölümcül niteliklerinin farkına vararak, tepkiyi kışkırtan aşağılamanın hayati önem taşıyan bir bağa darbe indirdiğini varsayabiliriz. Halihazırdaki kışkırtma, Masterson’ın hastasından olduğu gibi küçük boyutlu olabilir, ancak kişinin çocukluk döneminde maruz kaldığı ve o sırada tepki gösteremediği için bilinçaltına ittiği anıları canlandırır. Hiddeti narsisistik olarak tanımlamak aşağılanmanın bireyin benlik hissine yönelik olduğunu, dolayısıyla narsisistik bir yaralanmanın gerçekleştiğini anlatır. aşağılanmayla ilgili bir deneyim güçsüz bırakılma anlamına gelir.

Narsisistlerin güç açlığı çekmelerinin altında yatan şey aşağılanma deneyimidir. Bu aşağılanmayı güç yoluyla yok edebileceklerine inanırlar. Güçlerine ya da imgelerine yönelik herhangi bir tehdit güçsüz hissetmelerine neden olur ve aşağılanma korkusunu ayaklandırır. Masterson’ın hastası kendisini  ” ümitsiz ve çaresiz ”  hissettiğini söylemişti. Bu tür duyguların insanı hiddete nasıl yönlendirdiğini anlamak zordur. Kendilerini ümitsiz duygusu içine sürüklenmiş bulmaları daha olası görünüyor. Ancak bu hastanın söylediklerini ” güçsüz hissetmek” olarak değiştirirsek tepkisi anlam kazanır. Birçok narsisistik hasta gibi, o da terapistiyle güç çekişmesi içindeydi ve kontrolün kendisinde olduğuna inanıyordu. Kendisinin gerçekten güçsüz olduğuna inanıyordu. Kendisinin gerçekten güçsüz olduğunu anladığında yaşadığı şok, hem mantıksız hem de ölümcül olan hiddeti tetikledi.   

Bu makale 16 Mart 2019 tarihinde güncellendi. 0 kez okundu.

Yazar
Klinik Psikolog  Mehmet Emin Kızgın

1968 yılının baharında köy evinde  dünyaya geldim. İlk ve ortaokulu Tutak Yatılı İlköğretim Bölge Okulu’nda okudum. 8 yıllık eğitimimden sonra okul birincisi olarak girdiğim Devlet Parasız Yatılı okul sınavları sonucunda Diyarbakır Çevre Sağlığı Meslek Lisesini kazandım.1987 yılında mezuniyetimin ardından Ağrı İl Sağlık Müdürlüğünde Çevre Sağlık Teknisyeni olarak devlet memurluğu görevime başladım.1988 yılında Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Eğitimde Psikolojik Hizmetler (Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık ) bölümünü kazanarak 1992 yılında mezun oldum. Aynı süreçte Ankara İl Sağlık Müdürlüğüne bağlı Tuzluçayır Sağlık Ocağı’nda da devlet memurluğu görevimi sürdürdüm. 1994 yılında ikinci defa girdiğim üniversite sınavı sonucunda Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Psikoloji Bölümünü kazandım. Eğitim sürecimde ...

Yazarı sosyal medya'da takip edin
instagram
Etiketler
Çocuk yetiştirme
Klinik Psikolog  Mehmet Emin Kızgın
Klinik Psikolog Mehmet Emin Kızgın
Ankara - Klinik Psikolog
Facebook Twitter Instagram Youtube