Bağımlılık, yakın tarihimizin en büyük sağlık sorunu. Milyonlarca dolarlık araştırmalar yapılmasına rağmen birçok sır kalan noktalar mevcut. Nasıl oluşmakta, genetik faktörler var mı, ülkelerin politikaları nasıl seçilmeli. Sosyo-kültürel farklılıklar neden bu kadar önemli.
Çok geçmiş tarihlere yöneldiğimizde dahi insanoğlunun mevcut ruh durumunu yükseltmek, daha mükemmel ve mutlu hissetmek için çılgınca çabalar gösterdiğini biliyoruz. O zaman bağımlılık 3 önemli değişken ile son derece ilintilidir.
a) Aile
b) Bireyin kişiliği ile ilgili sorunlar
c) Devletin bağımlılık ile ilgili oluşturduğu mücadele.
Eğer bu üçünden birinde herhangi bir zaafiyet kendini gösterirse “bağımlılık” o ülkenin en önemli sağlık ve sosyal sorunlarından biri olacaktır.
Aileyi ele aldığımızda, bu küçük ünitede alınan ve verilenler genç için, yetişmekte olan çocuklar için önem kazanacaktır. Yoğun alkol tüketilen, yoğun sigara tüketilen bir evde çocuğa nasihat ile engel olunması sadece komiktir! Çünkü gençler sadece davranışları esas alır, onlar için laflar bir kulaktan girip diğerinden çıkan, sık tekrarlanan, temeli olmayan noktalardır. Bugün ülkemizde çocuğun sağlıklı bir birey olarak yetiştirilmesi ona ayrılan kaliteli zamanla doğru orantılıdır.
Bireyin kişiliği 13-22 yaşları arasında oturacaktır, eğer bu ergen sevgiden, denetlenmeden ve kontrolden uzak ise kendisiyle başbaşa kalacak ve varolduğunu hissetmek adına bir takım gruplara katılma ihtiyacı duyacaktır. Bu gruplara katılmanın “raconu” da bazı aksesuarlardan geçer, bunlar acı veren o kişiyi ciddi yaralanmalara götüren psikoaktif maddeler olacaktır.
Üçüncü önemli nokta ise toplumun anlayacağı, hak vereceği, bilinçlenip “maddeye hayır” diyebileceği politikaların oluşturulmasıdır. Maalesef gelişmekte olan ülkeler bu konuda çok riskli olup, bırakın politika oluşturmayı kendi ekonomik durumlarının düzeltilmesi için bu tehlikeye göz bile kırpmaktadır (Kolombiya, Afganistan örneği).
Bağımlılık ile mücadele yürek ister, özveri ve insan sevgisi gerektirir. Her bağımlı bu riski alacak kadar güç gösterebilen, riski seven farklı etik anlayışlara sahip insanlardır. Bu insanları alkolik, kumarbaz, toksikoman, junky, esrarkeş diyerek sadece kendi gözümüzde küçültürüz.
Bağımlılık öğrenilen ve bulaştırılan bir durumdur. Bağımlılığı genlerde aramak lükstür, insanı hayvandan ayıran en önemli özellik “merak”tır. Biz insanlar herşeyi merak ediyoruz, merak ettiğimiz için de deniyoruz. Denediğimizde makul ve mantıklı bir şekilde kendimizi çekebilirsek hastalığın pençesine düşmemiş oluruz. Unutulmaması gereken “irade” diye bir kavramın olmadığıdır, kişi merak eder dener veya denemez. Sonradan elini eteğini çeker, eğer bilgilenir ve bilinçlenir ise.
Bağımlılık ve aşk arasındaki ilişkiyi tartışmak ve aşkı bir bağımlılık olarak incelemek te önemli. Eğer aşk bir tür bağımlılıksa onu ortaya çıkaran sebeplerin bağımlılığı ortaya çıkaranlarla aynı olması gerekir. Bu nedenle, Aristophanes ile Platon’un Sempozyum isimli diyalogunda savunduğu aşk teorisinden yola çıkarak, tıpkı diğer bağımlılıklar gibi, aşkın da bir eksiklikten kaynaklanabileceğini düşünmek lazım. Bu şu anlama geliyor, eğer eksiksiz olsaydık, yani eğer kendi dışımızda hiçbir şeye ihtiyaç duymasaydık herhangi bir maddeye bağımlı olamayacağımız gibi aşık da olamazdık.
Bağımlı olduğumuz maddenin yada aşık olduğumuz insanın bizdeki bir boşluğu doldurduğu, bir eksikliği tamamladığı için vazgeçilmez olduğu ortadadır.
Plato’nun en ünlü diyaloglarından biridir Sempozyum, şair Agathon’un ev sahipliğinde gerçekleşen bir yemek davetinde yapılan konuşmalardan oluşur. Söylenenler birbiriyle çok bağlantılı değildir aslında, ama ortak konu aşktır, aşkın doğası, gücünü nereden aldığı... Bu bölümde ünlü oyun yazarı Aristophanes’in Sempozyum’da savunduğu aşk teorisine değinmek ve onun söyledikleri bağlamında aşkın doğasını ve nasıl ortaya çıktığını görelim.