Alıp başını gitmek

Alıp başını gitmek

Yaşam geçip gidiyor. Sorumluluklar, ödevler ve oynamamız gereken rollerimizle birlikte. Onları biz seçtik. Seçtik, çünkü yaşam o sorumluluklarımızla mâna kazandı. Her yeni adım bize heyecan ve gurur verirken geçen senelerle beraber üst üste yığılmış yüklerin altında kaldık yorgunluğumuzla.

Yürümeye başlayan bir çocuğun bile artık emeklememesi beklenir. Okula başlamak, meslek sahibi olmak, evlenmek, çocuk sahibi olmak, işimizde terfi etmek gibi gelişmeler bizim hayatımızı asla eskisi gibi olamayacak şekilde değiştiriyor. Bu değişiklikleri gerçekleştirmek için belki de çok çalıştık, çabaladık. Ama bir de madalyonun öteki yüzü var. Bizi tanımlayan ve yaşamımıza anlam katan rollerimiz, bizim sadece ve sadece kendimiz için ayırdığımız zamanı git gide daraltıyor.

Bir çok hastam der ki “keşke alıp başımı gitsem, şöyle kimseyi tanımadığım bir yere, herşeyi bırakıp gitsem!” Kimbilir zaman zaman hepimiz böyle hissediyoruz. İki kutuplu bir oyun bu! Bir yanımız ait olduğumuz insan grubu içinde sorumluluklarımızla beğeni ve kabul görmek ister, diğer yanımız ise alabildiğine özgür ve serbest olabilmek.. Her insanın özellikleri ve ihtiyaçları doğrultusunda bir “denge” aranır.

“Genel yaşam dengesi” olarak tanımlanan terazinin bir kefesinde aldığımız sorumlulukların getirdiği yapmak zorunda olduklarımız, diğer kefesinde ise diğerleri için olmayan sadece kendimiz için seçtiğimiz uğraşlar yer alır. İşe gitmek, çocuğu okula bırakmak, patronun istediği raporları hazırlamak, tıraş olmak ve hatta keyifli ve istekli olsak bile eşimizi evlenme yıldönümünde yemeğe götürmek terazinin zorunluluklar kefesini doldurur. Bu işleri yaparken her zaman sıkıntı içinde olacağız diye bir kural yoktur, hatta çoğu kez keyif bile alırız. Ancak bu saydıklarım ve benzerleri yapmak zorunda olduklarımızdır.

Buna karşın, edebiyat okumak, maç seyretmek, tatile çıkmak, bir enstrüman çalmak ya da işimizle hiç ilgisi olmayan bir alanda yeni bir şeyler öğrenip kendimizi geliştirmek gibi uğraşlar ise kimsenin bizden isteyip beklemediği uğraşlardır. Bunları yapmak bizim seçimimizdir.

Endüstri toplumunun kent insanı için “iyi bir hayat” sürmek denince içinde gerçekleştirilmesi gereken bir çok rol olduğu farkedilir. Rekabetin alabildiğine vahşi olduğu, başarının ise tüm değerlerin üzerine çıktığı bir dönemde yaşıyoruz. Kullandığımız araba, oturduğumuz semt, kazandığımız para, beraber olduğumuz insanların sosyal sınıfları gibi ölçülebilir başarı kriterleri giderek daha çok egemenlik kazanmakta. Toplumun ortak değerleri içinde giderek çıtası yükselen başarılı ve iyi hayatın ölçütlerine ulaşmak, kendisi ve ailesi için kabul edilebilir bir hayat standardını yakalayabilmek için sürekli yeni yükümlülüklerin altına girer insan. Ulaşılamayan her hedef insanda derin bir hüzün oluştururken, her elde edilen kazanım ödenmesi gereken bir bedeli de beraberinde getirir..

Bilgi çağındayız. İletişimin muazzam bir hızla ilerlediği çağımızda, çok uzaklarda olsa bile çok şeyden çabucak haberdar oluyoruz. Televizyonda, internette ve basında yukarıda bahsettiğim ölçülebilir kriterler çerçevesinde bizimkinden daha iyi yaşam öyküleri duyuyoruz. Medya hayatta kalabilmek için hayal satmak zorundadır. Gündelik hayatta seyrek görebileceğimiz güzel mankenler, şâşalı lokantalar, şık kıyafetli ve neşeli insanlar yansıtılır çoğu kez. Bitmeyen bir bombardıman gibi bilinçaltımıza sürekli bir etki sözkonusudur. Camın öteki tarafındaki güzel hayatları seyretmek bir afyon gibidir. Bağımlılık yapıcıdır. Ancak her bağımlılık yapıcı maddenin etkisinin geçmesi ile başlayan yoksunluk ve anlamsızlık hissi, bu durum için de sözkonusudur.

Gerçek hayat ise engellerle dolu dikenli bir yoldur. İnsan sürekli önceliklerini belirlemek zorunluluğu ile yaşamak zorunda kalır. Kariyeri, ailesi, aşk hayatı, sağlık ve kendine bakım yaşamı, eğlence ve kültür yaşamı, sosyal yaşamı ve eğer mevcutsa dini yaşamı arasında bir sıralama yapmak zorunda kalır. Her seçim beraberinde bir ayrılığı, her ayrılık da kaçınılmaz olarak bir hüznü davet eder. İşini, ailesi için ne kadar feda edecektir? Yoksa ailesini işi için mi feda etmelidir? Eğlence hayatını, yaşamını emniyete almak için işi uğruna feda etmesi mi gereklidir? Diğer yandan hep söylendiği gibi kimse ölüm döşeğinde iken daha çok ofiste zaman geçirseydim demezmiş…. Evliliğin getirdiği emniyet ve mutluluğu yepyeni ve tutku ile yaşanacak bir aşk'a tercih mi etmelidir?

Bu bunaltılı resim karşısında yaşanan anlamsızlık hissi ve sıkıntıya filozoflar “varoluşçu kaygı” diyorlar. 20. yy'la beraber insanı çepeçevre saran yepyeni bir bunaltı! Ve en başta bahsettiğim kaçıp-gitme isteği, herşeyi bırakıp gitmek! Koskoca bir anlam açlığı peşimizi bırakmıyor.

Bu kaçışlar bazen bir çapkınlık kaçamağı, bazen bağımlıllık yaşantıları gibi riskli tecrübeler olabileceği gibi, sanat ve yaratıcılık alanındaki uğraşlarda olduğu gibi gelişime katkı yapan olumlu yollarla da olabilir.

Bağımlılıkta insan, kendine uzun dönemde zararlı olduğunu bildiği halde bir maddeyi ya da yaşantıyı tüketir. Anın öne çıktığı, geleceğin silikleştiği bir seçimdir bağımlılık. İçilen her sigara, kargaşa içinde geçmiş bir günün sonunda içilen 2 kadeh içki insanın özlemle beklediği kaçışı zahiri olarak ona temin eder. Çünkü ödevler zinciri ile geçen yaşamında kendisine sadece kendisine pek az şey kalmaktadır..

Evet insan iyi bir pazarlık yapmak zorundadır. Bir saygıdeğer hocamın dediklerini hiç unutamıyorum.

“Yapamayacağınız şeylere imrenmeyin!” derdi. Bu bir yol, insanın kendini tanıması yolu. Uzun, dikenli, kıvrımlı bir yol..

Alıp başını gitmek deyince yazımı büyük şairimiz Can Yücel'in dizeleri ile bitirmek isterim. Çünkü sanat bu yürüdüğümüz giderek daralan koridorda bize eşsiz bir pencere..

Sağlık ve sevgi ile kalın.. Sadece kendiniz için birşeyler yapmayı ihmal etmeyin.

Gitmek

Bugünlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara...

Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey...
Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.

Öyle "yanına almak istediği üç şey" falan yok.
Bir kendisi.
Bu yeter zaten.
Herşeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.

Hadi kendimize razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.

Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız "kalk gidelim",
öbür yanımız "otur" diyor.

"Otur" diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira...
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma duygusu...
En kötüsü alışkanlık.
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz...
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.

Evlenmeler...
Bir çocuk daha doğurmalar...
Borçlara girmeler...
İşi büyütmeler...
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.

Misal ben...
Kapıdaki Rex'i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki...
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında,
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?

"Sırtında yumurta küfesi olmak" diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin,
Kendi imalatımız küfeler.

Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım,
İnadına kök salmak lazım.

Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabii yapanlar, ama az.
Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek...
Bütçe, zaman, keyif... Denk olsa.
Gün içinde mesela...
Küçücük gitmeler yapabilsek.

Ne mümkün.
Sabah 9, akşam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli
Bu kadar ağır olmamalı.

Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı, bir ömür yani.
Ne saçma...
Bahar mıdır bizi bu hale getiren?
Galiba.

Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç,
Ama olsun... İstemek de güzel.

Can Yücel

 Bu Yazı  www.veritaspsikiyatri.net   sitesinde bültende Nisan 2008 sayısında yayınlanmıştır.

 

Bu makale 15 Mart 2019 tarihinde güncellendi. 0 kez okundu.

Yazar
Dr. Ali Hilmi Yazıcı

Etiketler
Alıp başını gitmek
Dr. Ali Hilmi Yazıcı
Dr. Ali Hilmi Yazıcı
İstanbul - Psikiyatri
Facebook Twitter Instagram Youtube